10 Haziran 2013 Pazartesi

Karin Fossum "Göl"


Göl, Karin Fossum’un okuduğum ilk kitabı oldu. Satışta bulabildiğim bir diğer kitabı olan Pus’u okur muyum peki bu kitabın ardından? Evet, okurum. Zira ilk kez okuduğum, özellikle de polisiye (polisiye konusunda pek bir bağnaz olduğumu, sadece sevdiğim yazarlarla kafayı bozduğumu düşünürsek) konusunda ilk kez okuduğum bir yazar için artıları ve bolca eksilerine rağmen dilini ve anlatımını beğendim.

Göl, akıl hastanesinden kaçan bir şizofrenin “işlediği iddia edilen” bir cinayetin soruşturması ve bir banka soygununun araştırılması sırasında geçiyor.

Benim kitap üzerine söyleyeceklerim ise ne konusu ne de dili üzerine. Konu güzel. Anlatım da güzel. Kendisini okutuyor mu? Evet. Sıkılıyor musunuz? Hayır. Buraya kadar güzel değil mi? Evet. Ama sıkıntı, okuduğunuzun bir polisiye olduğunu düşündüğünüz ve ister istemez o ana kadar okuduğunuz polisiyelerden elde ettiğiniz (izlediğiniz polisiye dizilerden elde ettikleriniz gibi) bilgiler ışığında, bir şeylerin eksik ve/veya yanlış gittiğini farketmenizle başlıyor.

İlk olarak satırlarda sizi resmen tırmalayan şey, bir cinayetin görgü tanığı ifadesi üzerine akıl hastanesinden kaçmış olmasına ve resmen “aranan” adam olmasına rağmen kişinin, (yani kitaptaki adıyla anarsak Errki’nin) Errki’nin doktorunun polis tarafından aranması ve hastaneye gidilmesi olayın ikinci gününü buluyor!

Bir diğer gözüme çarpan nokta ise sanırım yazarın (evet, bilerek ve isteyerek kıyasa gideceğim çünkü mükemmel bir polisiye yazarıyla karşılaştırma yapmamdan daha doğal ne olabilir; Henning Mankell ile kıyaslayacağım yazarı öncelikle) bir Henning Mankell gibi polis işlerine yakın olmaması, hatta bence –evet- bu işlerden pek anlamaması. Evet, elinde güzel bir hikaye var ve bunu çok da akıcı biçimde anlatıyor, suçlular kısmındaki karakterlerin oluşumu ve aktarımı güzel, ancak iş polisiyenin “haliyle” polis ve polislik yönüne geldiğinde bariz bir “geçiştirme” var gibi geliyor bana.

Yani Göl’de hikaye aslında “suçlular” üzerinden gidiyor. Tamam gidiyor olabilir, bu normal ve yazarın tercihi de olabilir. Ama poliste göz attığımızda gördüklerimiz böyle, bu şekilde mi olmalı? Polis bu sırada ne yapıyor bilmiyoruz, üstelik kitabın içinde bu romanın bir dedektif serisine (Dedektif Sejer Romanı, yazıyor) ait olduğu da yazıyor ki bu bana daha da saçma geldi, zira ne dedektifimizin ana karakter olduğu öne çıkıyor (mesela asla ve asla bir Wallander kitabında Wallander’ın baş kahramanlığı gibi öne çıkan bir durum zerre yok) ne de karakteri bir kaç satırda açıklanan, hafif klişeye kaçan ruh hali, genel hali haricinde bir bilgi vermiyor. Gözümüz hikayede polisin olduğu sahnelere geçtiğinde ise neredeyse sokaktan geçen vatandaşın bile kurgulayabileceği basitlikte bir soruşturmanın yürütülmekte olduğunu görüyoruz. 

Farkındayım, kitabı yerden yere vuruyor gibi görünüyorum ve kendi sevdiğim tarzda bir polisiye olmadığı için kötülüyor gibi görüyorum ama okuduğunuzda siz de göreceksiniz; hani polisiyenin içinde “polis”, “dedektif” varsa bu iş gerçekten böyle mi yapılır? Ya hiç girmemek, uzak durmak ve olayın etrafında anlatıldığı “suçlular” üzerinden bir roman yazmak ve bangır bangır “bu bir dedektif Sejer romanıdır” demeden bir polisiye yazmak, polis unsurunu en sonunda ya da her neresinde ise yalnızca “bir yerde olan biten hakkında bir şeyler yapan ve okuyucuya ne yaptığı aslında söylenmeyen” olarak göstermek bana daha mantıklı bir yolmul gibi geldi. Tamam, benim haddime değil okunan ve kitabı dilimize çevrilmiş bir yazara akıl vermek ama sadece... Of nasıl anlatsam. Bir kitabı okusanız? Okusanız da üzerinden konuşabilsek aslında? Gerçekten merak ediyorum, özellikle polisiye okuru benim gibi düşünecek mi?

Yine de, kitap – kötü – değil. Okumaktan zevk alacağınızdan da eminim.

Hiç yorum yok: