22 Temmuz 2015 Çarşamba

Terry Eagleton "Kuramdan Sonra"

Terry Eagleton'ın ağırlıklı olarak kültür kuramını ele aldığı, Google sayesinde akademik hayatına kısaca bakarak hayran kalabileceğiniz Uygar Abacı'nın çevirisiyle Literatür Yayıncılık'tan çıkan Kuramdan Sonra, sıcak yaz günlerinde kendinizi yakın geçmiş içinde öne çıkan düşünceler üzerine fikir yürütürken bulabileceğiniz bir kitap.

Eagleton'ın bence kendine has, iğneleyici - espirili bir dili var; bu kitapta da çoğu örneğinde kullandığı üslup bunu doğruluyor bence. Kendisini sevmemde bu da bir etken galiba.

Kapitalizm egemenliğindeki bir dünyanın üzerinde es geçilen konuların, klasikleşen sosyoloji kuramları içinde incelenmeyen ya da detaylı inceleme uzağında kalan konuların özellikle 1960'lar itibariyle kuramda kendisine yer edinir hale gelmesi Eagleton'ın da çıkış noktası oluyor. Kendisi de bir kültür kuramcısı olan yazar, (bu kelimeyi dosdoğru kullanmam basit kaçabilir ama cidden bu şekilde düşünüyorum) "büyük" kuramların hayatın içinde - hayatın kendisi olarak, insanın varlığını tanımlayan çoğu detay üzerinde neredeyse durmamasına değiniyor. Örneğin dil, beden, cinsellik gibi konu başlıkları altında yapılan çalışmaların başlaması ve yoğunlaşması, bir dönem olarak kabul edilirse bu dönemin öncesinde bahsi geçen konulara duyulan mesafe akıllara geliyor - ki Eagleton da bunu söylüyor zaten. Akademinin uzak durduğu alanların incelenmeye başlanması ile beraber insan hayatı içinde dikkate alınması gereken ve üzerine çalışılması ihtiyacının varlığı en nihayetinde kabul gören bu gibi alanlar için kültür kavramının üzerinde duruyor, bu unsurların parçası olduğu yeri kültür olarak tanımlıyor. Kültür sonunda incelenmeye başlıyor ve aslında idrak ediliyor da diyebiliriz. Feminizm, arzu, sanat, zevk, post yapısalcı düşünüler, çevre ve doğanın önem kazanmasına yönelik kuramlar ve elbette kültür kuramı bu alanda yazarın sıklıkla vurguladığı öne çıkan konular oluyor.

Postmodernistlerin sık sık kulağını çınlatan Kuramdan Sonra'da, ülkemizde olduğu gibi dünyada da 1980 sonrasında yaşanan durağanlık, düşün dünyası - akademik çevre içinde yarattığı duraklama devriyle beraber oluşan, insanların içine düştüğü bir boşluktan da bu durumda bahsedebiliriz bence.

Siyasetin sosyoloji ile olan iç içe ilişkisini göz önünde bulundurursak düşünsel anlamda hareketli ve verimli olan dönemlerde ve durağan dönemlerdeki siyasi durum da Eagleton'ın derinlemesine incelediği konulardan. Küreselleşme - kapitalizm ilişkisi içinde Marksizm'in yeniden yorumlanması ya da Marksizm'in açıklarının kapanması yönünde atılan adımların düşünsel durgunluk ve çığrından çıkan siyasi durum içindeki önemine de dikkat çekiyor. Ütopya olarak damgalanan ve romantik bir hevesmiş gibi sunulan sosyalizmin aslında gerçekçiliğin bir savunusu olduğunu vurgulayan Eagleton'un bu noktada kapitalizm için değindiği bir nokta çok ilginç; yazar sosyalizmin ve Marksizm'in devrim arzusunu saf bir gerçekçilik olarak tanımlarken, kapitalizm gibi içinden paçayı kurtarmanın mümkün olmadığı yanılgısı yüzünden parçası olmayı ve durumu sindirmeyi (ve içinde sinmeyi) sorun etmeyen kitleleri ise hayalperest olarak tanımlıyor; gerçeklikten uzaklaşma olarak kapitalizme güveni işaret ediyor.

Paranın bir norm haline geldiği toplumsal düzen üzerine yorumlarında Eagleton akıllara Durkheim'ı getirmiyor değil. Normsuzluğun paranın norm olduğu bir düzen olarak düşünürsek (bence, bunu ben ortaya atıyorum şu an) kapitalizmin insan hayatındaki yıkıcı etkisini de daha iyi görebiliriz; değişen ahlak algısı ve yine yazarın değindiği üzere siyasi - toplumsal yapıdaki değişmeler.

Ahlak konusunda söyleyecek çok sözü olan ve örnekleriyle şekillendirdiği sivri uçlu mükemmel anlatımı ile Eagleton, postmodernizme giden yolun nasıl biçimlendiğine de değiniyor. Bu biçimlenmede ahlak algısı ve ahlak nedir, sorgusu okurun da yazarın da metin boyunca aklından çıkmıyor aslında.

Zenginlik ve yoksulluğun arasındaki uçurumda şekillenen algı ve kavramların incelemesini yapan Eagleton'la beraber aynı zamanda postmodernizmin taraftarlarına ve iddialarına da bakıyoruz. Berlin Duvarı, SSCB'nin yıkılışı, dünyada egemen ideolojinin şekil değiştirmesi ve toplandığı kutupların aralrındaki uçurum elbette kültür kuramı üzerine de etki yapacaktı.

Fark etmeden aklımdaki planın da dışına çıkıp uzatmışım yazıyı. Bu şekilde yazmayacaktım ama şu anda da bu şekilde pek kısa geliyor. Kuramdan Sonra günümüzün dünyasını şekillendiren hızlı düşünsel değişimlerin toplumlar üzerinde yarattığı etkinin yayıldığı sınırsız - sınırlarını tanımak ve çoğu zaman olduğu gibi kapitalist düzen içinde "neyin neden ve nasıl" olduğunu tekrar anımsatmak için Teryy Eagleton'dan okunması gereken bir kitap.

17 Temmuz 2015 Cuma

Louis Althusser "İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları"

Yapısalcı Marksist düşünür Louis Althusser'in İthaki Yayınları'nın kuram serisinden çıkan kitabı İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları (yazanın kalanında kitaptan sadece kitabın kapağında da öne çıkan şekilde, İdeoloji olarak bahsedeceğim), egemen ideolojinin kendisini pekiştirdiği, aslında yeniden üretim için yeniden üretecek "üretim" de dahil tüm üretim işlevinin nasıl işlediği üzerine kurulu.

Althusser'in Marksizm'e olan yakınlığı sebebiyle ideolojiyi bir sınıf mücadelesi sonunda ortaya çıkmış bir olgu olarak kabul edişi ve bu sınıf mücadelsinin ideolojinin yeniden üretimi ve varlığı için asıl önemli unsur olarak görmesi, en baştan yazarın metinde belirttiği bir durum. İdeolojinin içkin sorunlarının çözümsüzlüğünün sınıf çatışmalarını artırması ve sonucunda ideolojinin sürekli yeniden üretilme gücüne sahip oluşuyla detaylandırdığı ideoloji kavramını Althusser, devletin ideolojik aygıtlarının sınıf mücadelesi ve ideoloji ilişkisi içinde yerini hem konu hem de bu mücadelenin verildiği alan olarak belirtiyor.

Farklı yönetim biçimleri içinde, monarşide yasalar, burjuvazide ise parlamento olarak karşımıza çıkan devletin siyasal ideolojik aygıtlarının sürekli biçimde egemen ideoloji için yaratılması ve kullanılmasını vurguluyor Althusser.

Üretimin bir yandan da kendisinin yeniden üretimini gerektirdiği üretim ilişkileri içerisinde, üretim için her şeyin üretiminin önemi/ihtiyacı ön plana çıkıyor. Zira bir fabrikanın üretim için (yabancılaşmış) emek gücüne ihtiyacı olduğu gibi, hammadde ya da makine ihtiyacı da vardır. Bunlar da, aynı örnek üzerindne gidersek işgücü, yani insan gerektirir. Yani işçi, emek ve işgücü olan işçinin kendisini üretmesi, yani üremesi gerekir. Ya da makine; bir başka fabrikanın da yine aynı şekilde insan emeği kullanarak ilk başta bahsettiğim fabrika için gereken makineleri üretmesi gerekir. Böyle böyle düşününce, üretim için her şeyin üretiminin zorunluluğu daha net oluyor diye düşünüyorum. Tabi bunu en basitinden ve ilk akla gelen şekilde fabrika üzerinden verdim. Sonuçta sorunun metaforik anlatımında "fabrika" mühim =)

Emek gücünün yeniden üretimi ve üretim için okullar ve aileyi önemle vurgulayan Althusser, karşıt olduğu bu üretim ilişkileri içinde devletin ideolojisinin üretimin devamlılığını hangi araçlarla sağladığını açıklıyor. Okullarda emek gücünün yeniden üretimi klapsamında meslek, beceri kazandırılırken bir yandan da işbölümü (ki Marx işbölümünün bilinen ve kapitalist düzen içindeki şekline karşıdır) ve itaat  - emir verme gibi unsurlar da öğrencilerin aklına yerleştiriliyor.
Bu noktada Marksist teorideki devlet kavramını da ayrı bir bölümde inceleyen Althussser, devletin ideolojik aygıtları ve baskıcı devlet aygıtlarının aynı şey olmadığını belirtiyor. Althusser'e göre devlet aygıtı (ve Marksist teoride de aynı şekilde ele alınıyor) hükümet, idare, ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler vs.'yi kapsarken devletin ideolojik aygıtları ise dini kurumlar, okul, aile, hukuk, siyaset, sendika, haberleşme ve kültür gibi unsurları kapsıyor. Bunlara bakınca ilk akla gelen Marksist teoridekiş alt yapı - üst yapı kavramları. Bu nedenle Althusser metnin devamında ayrı bir bölümde teorideki bu topik ayrışmaya da değiniyor. Her iki farklı aygıt tanımının kendi içindeki işleyişi ve devlet müdahalesine ne kadar ve nasıl açık oluşu - açık olmayışı da yazarın detaylı biçimde, açıklayıcı şekilde anlattığı satırlarla irdeleniyor.

Althusser aynı zamanda ideolojinin de ne olduğuna, Marx'tan önce nasıl ele alındığı ve Marksist teori ile örtüştüğü noktların neler olduğuna da değiniyor. Uzun açıklamalar ve örneklerle pekiştirdiği anlatımında ideoloji kavramı hakkında Althusser'in yorumlarını da görmek mümkün.

Hayatı trajik bir sona sahip olan Althusser'in yapısalcı - Marksist kuramı şiddetli eleştiriler almış, hatta "çürütülmüş" olarak bile görülebilen bir bakış açısı. Buna rağmen İdeoloji, bence Marksist kuram ile ilgilenen, medya ya da iletişim alanında çalışan ya da kısaca -yine- toplumbilim - siyaset - sosyoloji konularında okuma yapmak isteyenler için önemli bir kaynak.

15 Temmuz 2015 Çarşamba

Terry Eagleton "Eleştiri ve İdeoloji"

Terry Eagleton'ın Eleştiri ve İdeoloji adlı kitabı, kitabın alt başlığında da belirtildiği üzere Marksist edebiyat teorisi hakkında bir kitap. Bu açıklama olmasa bile çoğu insanın aklına yazarın adı, eleştiri ve ideoloji kelimeleri ayrı ayrı ya da ikili gruplar halinde geldiğinde dahi çağrıştıracağı,
düşündüreceği diğer şey Marksist teori olacaktır. Blog'da daha önce bir kaç Eagleton kitabının daha yazısını paylaşmıştım, merak eden varsa onlara da yönlenebilir bu arada, bahsettiğim çağrışımları pekiştirecek nitelikteydiler zira.

Edebiyat ve eleştiri arasındaki ilişki kitabın ilk sayfalarından itibaren masumane bir ilişkiden uzaklaştırılıyor. Bence de, normalde de zaten olması gereken bu değil mi? Herhangi bir metnin kendisi ya da eleştirisi, kesinlikle "öylesine" ve "sakin" bir çerçevede incelenemez . Farklı edebiyat akımları ve varoldukları dönem içindeki koşullar, tüm "şeyleri" ve "işleri" etkilediği gibi elbette edebiyatı da, edebi metni de etkileyecektir. Sizin bakış açınız nedir, bilemiyorum ancak Eagleton ve eleştiride temel aldığı, paylaştığı ideoloji olan Marksizm'in izinden giderek bu yazıya devam ediyorum.

Ne diyorduk? Herhangi bir üretim, tarihten ve insandan bağımsız düşünülemez. İşte bu yüzden Eagleton da sürekli olarak maddi üretim şartlarının ve ilişkilerinin biçimlendirdiği farklı toplumsal düzen ve dönemlerdeki edebi metinlerin üretim sürecine etki eden ana faktör üzerinden eleştirinin de şekilleneceği vurgusunu yapıyor. Hegemonyanın edebiyata yaptığı etki ve oluşum sürecine dahil oluşu, metnin yaratım sürecinde kendisini var etme çabası içinde nasıl yer alıyor diye inceliyor Eagleton.

Her metnin kendisini yaratırken bir yandan da oluşmasına vesile olan ideoloji de yeniden yaratması, okur karşısında bir "tüketim" unsuru olarak çıkacak olan "edebi üretim metnini" hem ideoloji üreten, hem de ideoloji ile üretilen kılıyor sonucuna varabiliyoruz böylece. Örnek olarak da iktidarın kendisini meşrulaştırma aracı olarak ısmarlama edebi metin yazdırması ya da burjuvanın/küçük burjuvanın taleplerini ya da varlığının sürekliliğini sağlama ihtiyacını iletmek amacıyla kaleme aldırdığı edebi metinleri gösterebiliriz.

Materyalist bir edebiyat eleştirisi için genel üretim tarzı, edebi üretim tarzı, genel ideoloji, yazarın ideolojisi, estetik ideoloji ve metin olmak üzere altbaşlıkları sıralayan Eagleton, edebi üretim sürecine etki eden bu farklı unsurların aralarındaki ilişkinin metin ve eleştisi eksenindeki sorgulamasını yapıyor.

Egemen ideoloji oluşumunda metnin ve eleştirisinin önemini ısrarla çizen kitapta aynı zamanda dilin siyasal önemine de dikkat çekiliyor. Şöyle ki dilin, siyasal dil olarak düşünülmesinin vurgusu, metnin ideoloji ile içinde bulunduğu ilişkinin öneminden bağımsız düşünülemez. Çünkü dil, siyasal niteliğini içinde bulunduğu siyasal ideolojiye borçludur ki aslında bu da dilin, ideoloji yaratmadaki görevinin/sorumluluğunun/kullanılışının bir örneğidir.

Kurmaca edebi metin ve tarihi edebi metin arasındaki ilişkiyi de Marksist teori çerçevesinde inceleyen Eagleton aynı zamanda İngiliz edebiyatının öne çıkan yazarlarındaki ideolojiyi ve bu ideolojinin şekillenmesinin ardında yatan şeyleri de inceliyor. Bu da ayrı bir bölümde yapan yazar Matthew Arnold, George Eliot, Charles Dickens, Joseph Conrad, Henry James, T.S. Eliot, W.B. Yeats, D.H. Lawrence üzerinden her bir yazarın metinlerindeki ideolojiyi yaratan ve yazarların yaşamlarıyla, yaşadıkları dönemle, benimsedikleri değerle, parçası oldukları toplumla olan ilişkileri ve kişisel görüşleri etrafında, haliyle egemen ideolojiye ya da karşı duran ya da egemen ideoloji ile ortaklaşan fikirleri çerçevesinde yapıtlarındaki ideoloji üretimini bence yeteri kadar detay ve açıklama ile okura sunuyor.

Kapitalizm ve feodalizmin İngiliz edebiyatının ideolojik biçimlenmesine etkisi ve toplumun kurtarıcı olarak benimsemesi için egemen ideolojinin çabaları, yazarların siyasi düşünceleri ile toplumsal birlik ve beraberlik için başat gördükleri unsurların, değerlerin eserlere nasıl yansıdığı Eagleton'ın kaleminden okunabiliyor.

Okuması kesinlikle çok zevkli bir kitap; Marksist edebibyat eleştirisi, İngiliz edebiyatı konusunda uzman olan Terry Eagleton'ın fikirleri, değerlendirmeleri ve doğal olarak ağırlıklı şekilde İngiliz edebiyatının materyalist eleştirisi ilginizi çekiyorsa, kitabı atlamayın derim.

İyi okumalar.

13 Temmuz 2015 Pazartesi

Patrick Rothfuss "Sessizliğin Müziği"

Daha önce hiç Patrick Rothfuss okumadım. "Rüzgarın Adı" ve "Bilge Adamın Korkusu" adlı Türkçe yayınlanan diğer kitaplarını ise sanırım ilk çıktıkları dönemden beri biliyorum. Alıp okumadım. Ama biliyorum. Genelde seri kitaplara karşı içten içe bir sorunum da olabilir, China Mieville'ın "Bas-Lag" serisi haricinde şu an son yıllarda okuduğum bir seri de gelmiyor aklıma. Okuduysam da unutmuşum demek ki - ki bu daha fena.

Hafızam ve seri kitaplarla olan ilişkim adlı Rothfuss'la alakasız girişten sonra, "Sessizliğin Müziği"ne odaklanmaya çalışayım şimdi de.

Bir yolculuk öncesinde pek aşırı sevgili bir insan tarafından bana hediye edilen, Rothfuss'un Kralkatili Güncesi serisini bilmediğim halde sanki serinin ve yazarın büyük bir hayranıymış gibi hemen okuyup bitirdiğim bu kitabın girişinde yazar açıkça belirtiyor: Rüzgarın Adı ve Bilge Adamın Korkusu'nu okumadıysanız bu kitapla başlamayın diyor. Zira kitabın baş karakteri, bahsi geçen kitaplardaki karakterlerden biri ve fazlasıyla ilginç ve gizemli olan hikayesi ile Sessizliğin Müziği'nde yer alan karater Auri.

Rothfuss'un önsöz haricinde bir de kitabın sonunda ayrı bir bölümde belirttiği üzere hikaye, klasik hikaye akışının oldukça uzağında. Üzerine bir de yazarın dili ve karakterin ilginçliği eklendiğinde aslında yazarın uyarısını dikkate almak lazım çünkü kitabı okur ve beğenmez iseniz belki Kralkatili Güncesi serisini okusa çok sevecek biri olmanıza rağmen seriye yanaşmayabilirsiniz. O yüzden önyargılardan arınarak okumakta fayda var; ben de öyle yaptım. Karşılaştığım şeyi de pek sevdim açıkçası.

Auri'nin cidden "sessizlik" içinde geçen hikayesi, "Şeyaltı" adlı, Auri'den başka hiçbir insanın yaşamadığı, yerin altında, arka kapakta belirtildiği üzere ise bir üniversitenin derinliklerinde karanlık bir yerde geçiyor. Auri'nin yanında, beklentilerini minimumuma indirmiş ve "o"nu bekleyen bu genç kadının yanında ise kullanması için kendisine adeta izin veren "şeyler" bulunuyor. Bir parfüm şişesinden tutun da bir çarka kadar. "Şeyler"in kişileştirilmesi ve Auri tarafından kendilerine yüklenen anlam ve "şeylerin" sadece "şeyler" olarak sunulmayışı, birer karaktermişçesine yer yer duyguları ve tavırları da oluşu dikkat çekici. Meta fetişizminden fazlasıyla uzak değerlendirmek gereken bu nokta - espiri yapıyorum gülsenize hafifçe - bana çekici geldi açıkçası.

Her bir bölümde farklı bir gün ve gün içinde Auri'nin Şeyaltı'nda geçirdiği, oradan oraya, "o"nu beklerken kapıldığı heyecanın her gün daha da artmasıyla ilerleyen hikaye, seriye uzak olan benim gibiler içinb belki asıl amacına erişemeyen bir hikaye olabilir. Ancak okurken gözümün önünde canlanan Auri, Şeyaltı'nın serinliği, karanlıkta attığı her bir adım ve "o"na dair kafamda oluşan merak, Sessizliğin Müziği'ni benim için güzel bir kitap kılmaya yetti.

Ve evet, şimdi seriyi edinip okuyacağım.

Rothfuss bunu hesaba katmış mıydı, bilemem.

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Kitaplıktan Kareler


Kitaplıktan bir kare değil tam olarak ama "kitaplıktakilerden bir kare" sonuçta, başlığa takılmayın derim.

Yaz aylarında "yazlık bölgelerde" olanların hayatı nasıl geçiyor bilmiyorum ama benimki bu sıralar böyle.

Bu da geçen haftalardan bir kare, her gün benzer bir kareye bakarak yaşıyorum diyebilirim.

Bir de bolca kediye.