20 Kasım 2015 Cuma

Bertrand Russell "The Practice and Theory of Bolshevism"

Grip gibi bir hastalığın ilk günlerini yaşarken bir yandan da ders çalışırken yine kendi rutinimi bozmadım ve nefes almak, yani mola vermek için bi kitap yazısını daha blog'a ekleyim dedim.

1920'de kalem aldığı kitabında Bertrand Russell, SSCB'de bizzat gözlemlediklerini aktarıyor. Bolşevizm'in yeni bir inanç, parlak bir gelecek, refah, ekonomik sıkıntıların sonlanacağı ve elbette savaşın duracağı yeni bir inanç olarak sunulduğunu ifade ediyor. Çöküşüne dek dünya tarihindeki en önemli olaylardan biri olarak incelenen ve incelenmeye devam edecek olan dönemin  Russell'ın yer yer kendi fikirleriyle, önerileriyle ve öngörüleriyle devam ediyor kitap. İlginç olan noktalardan biri de Russell'ın Bolşevikler'e yönelttiği öneriler, hatta tedbirler, aslında çöküşün önlenmesinin ihtimallerini ve neredeyse zorunluluklarını Russell'ın gördüğünü ispatlıyor. Her durum için bunu benim söylemem mümkün değil ancak özellikle gıdaya erişim ve kıtlık konusundaki sıkıntıyı dillendirmesi ve bunun çözümüne ve gelecekte yaratabileceği sıkıntıya yönelik Russell'ın öngörüleri bana en azından birkaç durum için bunu ifade ediyor.

Dışa kapalı yönetimin, özellikle teknoloji konusunda dış desteğe olan sıkı tavrının, ülkenin geleceği için büyük bir tehdit olduğuna değiniyor Russell. Ekonomik kalkınma için yurtdışından takviye, yani ekonomik teknik destek alınmasının reddedilmesini yadırgıyor Russell. Yol gösterici olarak ekonomi konusunda danışmanlara acilen ihtiyaç olduğunu vurguluyor. Bunu öyle şiddetli ifade ediyor ki, düzenin yıkımının bu ihtiyacın giderilmemesi ve görülmemesi yüzünden olabileceğini söylüyor. Ancak burada getirdiği önerilerden birinin, günümüzde olduğu gibi o anda da kabul görme ihtimali pek düşük, hatta yok: Russell, SSCB'nin ABD ile ticati ilişkilere girmesini tavsiye ediyor.

Bizzat olayın yerinde gözlemlerini aktaran yazar, kaynaklara erişim, seyahat, uzun çalışma saatleri gibi konulara rağmen halkın çoğu başkentten farklı olarak yasadışı durumlardan uzak olduğunu, hatta neredeyse hiç olmadığını ve güvenlik konusunda bir açığın Moskova sokaklarında olmadığını belirtiyor. Ek olarak, Londra ile kıyasladığında Moskova'yı hayli kasvetli ve sıkıcı buluyor ki bunun genel-geçer bir bilgi olmayışından ziyade cidden sıkıcı dahi olsa geçirilen zor zamanlar ardından bir karnaval havasında olunmasının da beklenmemesi gerektiği aşikar.

Toplumun farklı kurum ve yapılarına dair gözlemlerini aktaran yazar, devlet okullarındaki Bolşevik propagandaya, kültürel hayatın öne çıkan unsurları tiyatro ve operada bu propagandanın durumunu yine kendi şahitliği ile kaleme alıyor.

Russell'ın Moskova ziyaretini "ilginç bir deneyim" olarak yorumluyor ancak gezisinde "yenilikçi bir devlet anlayışını göremediğini" de ifade ediyor.

Konuyla ilgilenen olursa diye kitabın yazısını eklemek istedim. Benim kısa yorumumdan hayli fazlasını içeren, kolay okunan bir kitap. 

12 Kasım 2015 Perşembe

Tom Bottomore "Classes in Modern Society"

Arada bir İngilizce kitaplara da blog'da yer vermeye karar verdim. Ağırlıklı olarak bir süredir belirli bir alana yoğunlaştığım için, okuduğum kitapların çoğu da bu alana ait olmaya başladı. Bu demek değil ki kurgu okumaktan vazgeçtim; şu an dört kitabı aynı anda okuyorum ve birisi polisiye bir kurgu, yakında yazısı gelecek hatta. Neyse konuya dönelim.

Masanın üzerinden bana bakan kitaplardan birinin üzerinde şu sıralar kesin bir "Bottomore" yazısı oluyor, kendisi İngiliz bir sosyolog, aynı zamanda Marksist. Sınıf kavramı gibi bir türlü uzlaşıya varılamayan konulardan biri hakkında yazarken de, ağırlıklı olarak Marksist kuram üzerinden konuya yaklaşan ve kitabı kaleme aldığı dönemin kutuplaşan dünyasındaki sınıf kavramı ve rejimler arasındaki ilişkiden sık sık örnekleme yapıyor.

Sınıf kavramının sanayileşme sonrasında ve zamanla modernleşen dünyada daha büyük bir anlaşmazlık içinde tanımlanması sorunun sebeplerini sıralarken bir yandan da sınıf olma ve sınıf bilinci gibi konuları ele alıyor Bottomore. Amerika ve dönemin SSCB'si üzerinden kıyaslamaların da yer aldığı kitapta Bottomore, kapitalist ve sosyalist rejimler içinde sınıflar arası farklara değinirken, ayrıştırıcı olan noktanın sınıflar arası uçurumun büyüklüğü olarak yorumluyor; Sovyetler'in "üst sınıfı" ile kapitalistlerin "üst sınıfı" arasında, bulundukları toplumda kendilerinden farklı olan sınıflarla aralarındaki uçurumun daha az olduğunu belirtiyor. Yine de tam bir homojenliğin ya da heterojenliğin sağlamadığı analizini tüm toplumlar genelinde vurguluyor.

Egemen sınıfın egemen ideolojiyi yaratacağı iddiasındaki Marx'ın, her bir sınıfın aslında kendi ideolojisine de sahip olacağı şeklinde bir ekleme yapan Bottomore, Marx'ın işçi sınıfının toplumsal değişmedeki rolünün lokomotif görevi göreceği konusundaki düşüncelerine de yer veriyor ve içinde yaşadığı dönemin toplumları ile beraber analize tabi tutuyor.

Tam ve net bir tanımın, herkes için geçerli ve tek bir doğruda ilerleyen bir sınıf tanımının aslında olmadığı, farklı kuramlar içindeki tanımların zaman zaman farklı kuramların tanımlarını doğurduğu ya da beslediği bu konuda aslında hala net olan bir şey var ki sınıf ve sınıfa aidiyet duygusu, gerçek bir olgu ve konu. 

İnce bir kitap, denk gelir de okumak isterseniz, pek tartışmalı olan sınıf konusunda faydalı olacağından emin olduğum bir kaynak.

Not: Görsel bana aittir, kullanmadığınız için teşekkür ederim.

11 Kasım 2015 Çarşamba

Cemil Meriç "Saint - Simon, İlk Sosyolog, İlk Sosyalist"

Yorgunluktan gözlerim kapanmak üzereyken ve masamın üzerinden bana bakan günlük çalışma planında henüz hiçbir işin üzeri çizilmemişken benim kitap yazısı yazmak için blog'a gelmemin sebebi ne?

Biraz buraya yazayım, biraz uykum açılsın ve biraz da üzerimdeki yorgunluk kalksın istiyorum. O arada da daha fazla zaman kaybetmeden bir kaç kitap yazısı eklemek istiyorum; zaman bulamadığımdan şu an yazısını yazmadığım iki kitap daha var, umarım önümüzdeki 48 saat içinde kendilerini blog'da okuyabilirsiniz.

Saint - Simon hakkında okunabilecek en güzel kaynaklardan birini yazan Cemil Meriç'e buradan teşekkürlerimizi sunarak başlamak istiyorum. 

Henri de Saint - Simon genelde neredeyse elinde büyüyen Auguste Comte'un ardında gözardı edilerek, sosyolojinin kurucusu olarak pek ilk akla gelen isim olmaz. Zaten "kurucu" tanımının bir kişiyi öne çıkarmak için kullanıldığını düşünürsek, yakın zamanlarda yaşamış olsun ya da olmasın, kimin sosyolojinin asıl kurucusu olduğu konusunda pek kesin yargılarla konuşmak istemem. Zira bu konuda birkaç farklı ismin sürekli birinci sıraya inip çıktığını ve sürekli farklı insanlarca "ilk" sayıldığına çok tanık oldum.

Saint - Simon soylu bir ailede doğan ancak bu soyluluğu elinin tersiyle iten ve yoksulluğa, sefalete düşen ve kimilerince "ütopyacı sosyalist" olarak anılmasına sebep olacak olan çalışmalarına kendini adayan bir toplumbilimci. 

İlk sosyalist olarak anılmasında, kendinden sonra gelecek olan Karl Marx'ın düşüncelerine büyük ölçüde yön verecek olan düşüncesi, daha doğrusu analizi yer alan Saint - Simon, bu analizinde üretimin toplumu yarattığını ve üretimin devamlılığının, insanlığa barış, huzur, refah ve devamlılık getireceği yöndeki görüşü. Marx'la ortak noktasının aslında "üretim" ve "üretim araçlarına" ve "üretim araçlarının denetime" olan vurgusu olarak düşünebilirsiniz. Aynı şekilde Saint - Simon kendinden sonra gelen Pierre Joseph Proudhon'un da düşüncelerinin gelişmesinde büyük pay sahibidir. Zaten ilham verdiği düşüncelere bakarsanız, Saint - Simon'a neden "ilk sosyalist" denildiğini de görebilirsiniz.

İlginç biçimde, yer yer fazla ve mantık dışı bir biçimde de olsa Saint - Simon, tüm ülkenin üretim sürecine devlet planlaması ile katılması ve bu noktada sermayedarların ve bankacıların büyük rol oynaması ile refaha ulaşılabileceğini söylüyor. Fakat, Saint - Simon'a getirilen en büyük eleştirilerden biri olan sistemsiz, düzensiz, yöntem olarak zayıf ve aslında analizin sonunu bir eylemliliğe bağlayamıyor oluşu düşüncelerini bazen "harcıyor" diyebiliriz ki bunu zaten diyorlar, bana has bir yorum değil. 

İktisadın, ahlakın, eğitimin devlet eliyle refaha yönlendirilmesi ve bu yönlenmenin süreci boyunca ve sonunda barışın egemen olması Saint - Simon'un ideali olarak karşımıza çıkıyor. Son sözü "birbirinizi seviniz" olan Saint - Simon'daki insan sevgisi, insanların ideal davranışlar içinde sistemin sürekliliği için ve yalnız refah uğruna çalışacakları dünya tasviri, cidden insanın kalbini burkacak denli iyimser ve maalesef gerçekleşmekten uzak.

Buna rağmen, Marksist kuram ile örtüşen noktalarının ya da ele aldığı bir çok durumun analizinin başarısı, Saint - Simon'un eleştirilmesine rağmen neden bazı büyük kuramların doğuşunda temel olduğuna da bir işaret. Örneğin yabancılaşma teorisinin Saint - Simon'da nasıl filizlendiğini görmek ya da tıpkı Marx'ın ileride vurgulamış olduğu gibi sosyal gerçekliği bir üretim olgusu olarak işlemesi.

Endüstrilizasyon, ifadesi ile endüstrileşmenin mükemmel toplum yaratmadaki önemine dikkat çeken Saint - Simon, bir yandan özel mülkiyeti korurken bir yandan da haksız ve üretim dışından gelen mülkiyeti, örneğin mirası, tamamen reddetmektedir. Zira miras, emeksiz bir kazançtır. Bunun yanında dediğim gibi özel mülkiyete karşı durmaması, yalnız özel mülkiyet anlayışını toplumsal refah için kullanılan bir özel mülkiyet olarak ele alması onu Marx'tan ayıran noktalardan biri.

Kısa bir kitap, kısa ama dolu dolu bir kitap ve Cemil Meriç sayesinde Saint - Simon hakkında okuma yapmak isteyenler için hazine değerinde bir kitap. Ben eski bir basımını okudum, ancak yeni basımı farklı bir yayınevi tarafından yapılmış ve piyasada da mevcut.

Not: Görsel bana aittir, lütfen kullanmayınız.

7 Kasım 2015 Cumartesi

Mihail Lermontov "Zamanımızın Bir Kahramanı"

Bir süredir devam eden, herhangi bir isim koymadığım ve bu yüzden sürekli "Rus edebiyatının klasikleri içinde yer alan ve benim okumadığım romanları okuma" şeklinde ifade etmeye mecbur kaldığım okuma "maratonu"nda bu hafta Mihail Lermontov'un Zamanımızın Bir Kahramanı adlı kitabı var.

Kitabı geçtiğimiz hafta bitirdim ancak yazısını eklemeye bir türlü zamanım olmadı; çünkü nasıl oluyor bilmiyorum ama ders çalışırken sıklıkla psikoza girmiş de psikozu ders çalışmak olan bir insana dönüştüğümden zamanım olmadı.

1814 Moskova Mihail Lermontov'un hayatı benim yaşımdayken bitmiş; o da 27'sinde, bir düello sonucu hayatını kaybetmiş. Trajik bir durum; Zamanımızın Bir Kahramanı'nda geçen düello bölümlerinde yazarın hayat hikayesini kitabın girişinde kısaca da olsa okuduğum için, roman içinde geçen bu bölümlerde bir efkar bastı. 

Zamanımızın Bir Kahramanı, ilk başta bir yol hikayesi gibi başlıyor; şu an Gürcistan olan bölgeden dönmekte olan bir anlatıcının, yolda karşılaştığı ve sıklıkla coğrafyanın farklı halkları hakkında önyargısı bol ifadelerle geçmişinden anları onunla paylaşan bir başka karakterle yolu kesişiyor. Böylece Zamanımızın Bir Kahramanı'ndaki asıl kahraman da yavaş yavaş okura tanıtılmaya başlanıyor; anlatıcımıza aktarılan bu anıların içindeki bir karakter, Peçorin karakteri, sayfalar ilerledikçe hikayenin merkezine yerleşiveriyor.

Anlatıcı bir süre sonra değişiyor; zira roman, Peçorin'in kendi günlüğünden bölümler ile devam etmeye başlıyor.

Peçorin ilginç bir karakter; içinde bir kötülüğün yeşerdiğini gördüğünüz sayfalarda bile aslında kötü olmadığını hissedebilirsiniz: Neyi neden yaptığına anlam veremediğiniz her seferde, bir sonraki sayfada karşınıza çıkacak maziden bir karenin ya da mazinin doğurduğu bir ruh halinin sizi hem hüzünlendireceğini, hem de Peçorin'in davranışlarını anlamak için gerekli sebebi verdiğini göreceksiniz.

İnsan ilişkilerinde fazla sıcaklığı olmayan, kadınlar konusunda bir hırsın, bir hayalkırıklığının hırsının esiri olan, özgürlüğüne düşkün ve aslında tüm umutlarını geride bıraktığı pek ala da anlaşılabilen bir karakter Peçorin. Ne kadar mutlu ya da mutsuz bir hayatınız oldu bilmiyorum ancak Peçorin'in karakterini yansıtan ifadelerdeki umutsuzluk ve hüzün, sizi en az birkaç kere kendisine çekecek bir ortak nokta yaratacaktır diye düşünüyorum.

Kendi ağzından, kendi ifadeleriyle içini döktüğü, ancak sadece günlüğüne içini döktüğü bölümlerde, çevresi için çoğu zaman kibirli ve umarsız görünen Peçorin'in aslında nasıl bir acının pençesinde olduğu, yitmiş bir hayatın yasını aslında nasıl geleceği ve şimdiyi neredeyse silip atarak, onu yaşamayı reddederek devam ettiğini görmek mümkün.

"Bütün dünyayı sevmeye hazırdım; değerlendiren çıkmadı: Böylelikle de nefret etmeyi öğrendim. Renksiz gençliğimi, kendime ve dünyaya karşı giriştiğim savaşta tükettim. Alaya alınmaktan korktuğum için en iyi duygularımı yüreğimin derinliklerine gömdüm. Orada silinip gittiler. Hep doğruyu söyledim, inanılmadım. O zaman kandırmaya başladım." (syf:127)

Philip Zimbardo "Şeytan Etkisi"

ŞEYTANIN ETKİSİ NASIL OLUŞUYOR?

Topluma kazandırma amacıyla rehabilitasyon işlevi olduğu atfedilen hapishanelerdeki tutukluların ve gardiyanların psikolojisini gözlemlemek amacıyla 1971 yılında sosyal psikolog Philip Zimbardo önderliğinde yapılan, bir hapishane simülasyonu olan Standford Hapishane Deneyi aradan geçen zamandan bağımsız biçimde hala akademik ya da akademi dışı biçimde sıkça konuşulan, filmlere konu olan bir deney.

Say Yayınları'nın Psikoloji Dizisi kapsamında Canan Coşkan'ın çevirisiyle kısa zaman önce okurlarla buluşan Şeytan Etkisi (The Lucifer Effect), deneyin mimarı Philip Zimbardo'nun kaleminden çıkan, yazarın deney öncesinden sonrasına dek gözlemlerini içeren, deneyin günlük gidişatının kayıtlarının deneye katılanların ve gözlemcilerin ifadeleri ile aktaran uzun bir bölüm içeren, bunun haricinde son yıllarda Ebu Gureyb'deki durumu gözler önüne seren bölümler gibi bir çok yönden insan ve insan psikolojisinin ne hale, nasıl getirildiğini/geldiğini anlatan bir kitap.

Tamamen gönüllü, birbirini tanımayan öğrencilerin katılımı ile gardiyan ve tutuklu olarak bölünen deney grubunun, oluşturulan hapishane ortamında iki hafta sürmesi planlanan deneyin başlaması ile beraber geçirdiği inanılmaz psikolojik evrim, Zimbardo'nun ve deneyin diğer gözlemcilerinin bile beklemediği tepkilerin ve değişimlerin yaşanmasına sebep oluyor. 

Deneklerin kendilerine verilen rollere adapte olmalarının da ötesinde bir durumun zamanla daha da oluşmaya başladığı Standford  Hapishane Deneyi'nde otoriteye sahip olan ve idareci konumunda yer alan gardiyan rolündeki deneklerle ve pasifleşmeyle gelen kabul edilmiş çaresizliğin içine neredeyse her saat daha da fazla hapsolan tutuklu rolündeki deneklerle deney, Zimbardo ve ekibi için de beklenmedik durumlar ve sonuçları ortaya çıkarıyor. 

Beklentilerin ve öngörülerin deney süreci içinde ulaştığı beklenmedik noktalara örnek olarak ise katılımcıların kendilerine verilen roller karşısındaki hızlı uyumu ile beraber gelen, psikoza varabilecek kadar güçlü travmatik sonuçlar ve otoriteyi ele geçiren deneklerin rollerine sağladıkları hızlı uyumla beraber ortaya çıkan zorbalık denilebilir.

Tutuklu olan grup üzerinde deneyin ve gardiyan rolündeki grubun yarattığı travmatik ve yıkıcı etkinin ruhsal boyutta hasar yaratmaya başlaması, isyankar ya da yıkıcı davranışların oluşması, zorbalığa meyil ve özellikle gardiyan olan grup içinde gittikçe artan otorite kaygısına dayalı psikolojik şiddet uygulama eğilimi, Zimbardo'nun gözleminden ve kaleminden okurken dahi rahatsız edebilecek seviyeye ulaşıyor.

İnsan psikolojisini anlamak için yakın tarihte adı hiçbir dönem eskimeyen bir deneyin ağırlıklı anlatıldığı Şeytan Etkisi, bir yandan da yakın zamanda tanık olunan ve çoğu insan için bunu sadece bilmenin bile rahatsızlık yaratabileceği insanlık dışı uygulamalara da yer veriyor.

Orta Çağ'ın "cadı" diye yaftaladığı kadınları katletmesinden, Ruanda'da yaşanan akıl almaz katliamlara kadar bir çok "kötülüğü" aktarıyor Zimbardo. Özellikle kitlesel kıyım ve yıkımlarda kitlenin yönlendirilmesi konusunda yönlendirenin söylemini yaratmasındaki öneme vurgu yapıyor. Ruanda'da komşunu komşusuna katlettiren güdülenmenin hangi psikolojik noktalara temas ederek oluşturulduğu örneğinde olduğu gibi, küçük ya da büyük çaptaki tüm şiddet eylemlerinde insanı güdüleyenin neler olduğunu, neler olabileceğini ve bu ihtimallerin nasıl amaçlarla kullanılabileceğini/istismar edilebileceğini anlatıyor.

Kötülüğün simgeleşmiş isimler üzerinden, bireyin güvenli ve konforlu yaşam alanından uzakta ve ona asla yaklaşmayacak noktada bir tasvir olarak bireye tanımlı kılınmasına da aslında bir eleştiri getiriyor. Zira Ruanda'da komşusunu katleden insandan tutun da Standford Hapishanesi Deneyi'nde gardiyan rolüyle hakaret boyutuna varan bir tarzda, kötülüğün gittikçe arttığı dozlarda aslında tıpkı kendisi gibi sadece bir katılımcı olan tutuklu rolündeki yaşıtlarına psikolojik baskı uygulayarak şiddetten zevk alan öğrencinin de aslında bir zamanlar "kötü olmayan"lar arasında olduğunu söylüyor. Uygun zemin ve güdülenmeyi tetikleyecek bir kıvılcım bulduğunda bahsettiği şeytanın etkisinin nasıl ortaya çıkabileceğine değiniyor.

Sadece bir sosyal psikoloji çalışması değil, günlük hayatın her yerinde hemen her şekilde karşımıza çıkan şiddetin birey ve kitle üzerindeki etkisi hakkında okunabilecek bir kitap. New York Times'ın çok satanlar listesinde de yer alan Şeytan Etkisi, insanı anlamak için, şiddetin boyutlarının ve şiddete yönelimin keşfedilebilmesi açısından da önemli bir kaynak.

Not: Bu yazı daha önce Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanmıştır.