28 Şubat 2015 Cumartesi

Terry Eagleton "Hayatın Anlamı"

Bir önceki kısacık blog yazısında da belirttiğim üzere, dün gece yorgunluğa ve kapalı alanda olduğum için doğal olarak beni etkilemeyecek olan kötü hava şartlarına rağmen (kar lastiklerimi ve zincilerimi takarak kitap okuyorum çünkü - gibi) Terry Eagleton'ın "Hayatın Anlamı" adlı kitabını bitirdim. Sizlerle yazısını paylaştıktan sonra, yarın blog'da yazısını okuyabileceğiniz kitabı okumaya döneceğim.

Çalışırken masada mutlaka bir Terry Eagleton kitabı oluyor; mutlaka çalıştığım şey hakkında Eagleton'ın bir kitabını ayırdığı ya da bir kitabında değindiği bir konu oluyor çünkü. Çok severek okuyorum haricinde de.

"Hayatın Anlamı"nda Eagleton, "hayatın anlamı nedir?" sorusu okura, kendisine ve gelmiş geçmiş hemen herkese soracak şekilde yöneltiyor. Düşünürlerin fikirleri doğrultusunda tanımı farklı bakış açılarıyla ele alan yazar, hiçbir cevaptan tatmin olmuyor ya da aldığı her cevaba yeni bir soru yöneltiyor. Okura da düşünme fırsatı, sorgulama ve karşılaştırma fırsatı tanıyan bu yöntem ile, bir saat önce masanın üzerinde kedi ile kalem avına çıkmış olan siz de "hayatın anlamı" üzerine düşüncelere dalabiliyorsunuz böylece.

"Hayatın anlamı nedir?" sorusunu, teologların bakış açılarına göre de değerlendiren yazar, bazı soruların sorulmasının, cevap gerektirmeyen bir ihtiyaç sonucu bile doğabileceğine değiniyor. Ya da soruyu biz hep yanlış sormuşuz, öyle söyleyeyim.

Sıklıkla Ludwig Wittgenstein'ın ilgili konu hakkındaki yorumlarına da yer veren yazar, ifadeler, kelimeler, anlamlar ve insan arasındaki ilişkiyi sorguluyor.

Kamusal alanın belirleyici unsurlarına verilen önem arttıkça, kamunun ortaya çıkardığı değerlere bir eleştiri getiriyor yazar. Toplumun, hayatın anlamı örtüsü altında bireylere dayattığı "anlamların" ancak ve yalnız sorun doğurduğuna işaret ediyor. Benim anladığım bu açıkçası - en azından. Örneğin kültürün, dinin ve cinselliğin "gücünü kaybeden kamusal değerin" yerine, yeni anlamlar ve değerler yüklemesi için konulmasına değiniyor yazar. Sonucunda da bu sembolik anlam yükleme sıkıntısının, ayrı sıkıntılar doğuracak hale geldiğini ifade ediyor.

Spor konusunda Eagleton'la aynı görüşteyiz sanırım; kendisi, toplumların uyuşturucusu olarak sporu gösteriyor. Özellikle futbol sanırım. Ben spordan kazanılan çılgın miktarlardaki paraya karşıyım; bir doktordan ya da bir öğretmenden daha fazla kazanan bir futbolcunun, artık gereksizlik sınırlarını da aşan harcamalarının toplumun gelir seviyesi düşük kesimlerinde dahi hayranlıkla izlenmesine karşıyım. Aslında, özellikle takım sporlarının kapitalizm içindeki "görevi" ve "yaptığı her şeye", "parçası olduğu" ve "yarattığı her şeye" karşıyım.

Anlam arayışı üzerine olan fikirleri irdeleyerek metne devam eden yazar, anlamdan yoksun bir hayatın "hedef, öz, amaç, nitelik , değer ve doğrultudan yoksun" olmak olarak tanımlıyor.

Hayatın anlamını arayan herkes için geçerli olacak bir şekilde, belki de anlamı aramamız gerektiğine de değinen yazar, yeni soruyu da yöneltiyor okura: Ya hayatın anlamı, ne pahasına olursa olsun ortaya çıkarmamamız gereken bir şeyse?

Anlam konusunu Tanrı ekseni etrafında da sorgulayan Eagleton, hayatın anlamının maddi varlığını ve türsel aidiyetini de kapsaması gerektiğine değiniyor.
Kapitalizm içindeki anlam oluşturma ve arama konusunu incelerken haliyle Karl Marx'ın fikirlerine de yer veriyor yazar.

Hayatın anlamı konusunda pek karamsar olan, genel olarak karamsar olan Arthur Schopenhauer'in görüşleri de kitap içinde sıkça yer alıyor. İlköğretim zamanında ilk kez okuduğum bu düşünürün üzerimdeki etkisini hala unutmamam - başka bir yazının konusu olsun.

Elbette, Sigmund Freud da hayatın anlamı konusunda fikirleriyle kitabın içinde sıkça karşımıza çıkan bir isim oluyor. Freud'a göre hayatın anlamı, ölüm.

Hayatın anlamı sorusunun cevabının metafiziksel bir konu olmaktan ziyade etik bir konu olduğunu vurgulayan Terry Eagleton, bunun bir yaşama meselesi olduğunu vurguluyor.

Bir gecede oturup bitireceğiniz, Eagleton'ın farklı görüşleri sunarak, sorular sorarak size belki daha önce aklınıza gelmeyen cevapları aramaya doğru yönlendireceği bir kitap Hayatın Anlamı.   

27 Şubat 2015 Cuma

Kitaplıktan Kareler


Ne zamandır "kitaplıktan kareler" paylaşmıyordum. Terry Eagleton'ın bu gece bitirmeyi ve yarın sabah yazısını blog'a koymayı planladığım kitabı "Hayatın Anlamı"nı okuyordum ki... Birden gözüne ışık tutulmuş ışık sevmeyen herhangi bir canlı gibi irkildim ve bu fotoğrafı paylaşmaya karar verdim.

Instagram ya da Tumblr hesabından daha önce paylaştığım bir fotoğraf, üzerinden zaman geçti ama yanlış hatırlamıyorsam bu kitaplardan sonra son bir aydır yeni kitap almadım. Dün en son dr.com.tr'deki sepete onay verip, yeni bir yığın kitap alacaktım ama sonra üşendim. Kalkıp çantadan cüzdanı falan çıkarmaya üşendim. Yarın üşengeçliğim geçer belki. (Bu arada kafanızda hareketsiz bir kütle imajı çizmek istemem, yarım saatten fazla falan sabit duramayan biriyim, ama o çantadan o cüzdanı çıkarmak var ya... Of, ne zor. Çünkü çantam darmadağınık bir halde - HAYIR dağınık da değilim. Neden bu yazı zıvanadan çıkıyor şu an onu da bilmiyorum.)

Bence, fotoğraftaki kitaplar ve 23 yaşındayken aldığım oyuncağa bakalım.

Her birinin yazısı yakın zamanlarda blog'da olacak. Oyuncağın yazısı hariç. Oyuncağa yazı yazmak istemiyorum. Oyuncağın adı var ayrıca, o da ayrı bir konu olabilir ama yazmayacağım.

Bence ben artık kitabı okumaya döneyim.

İyi geceler. İyi okumalar. 

Altay Öktem "O Adam Babamdı"

Altay Öktem'in son kitabı "O Adam Babamdı"yı bitirmek için saatlerce ders çalışmanın ardından dün gece sabaha karşı yattım. Kitabı elimden bırakıp bırakıp okumaktansa, hikayenin gidişatına gündelik hayatımın kesintilerini karıştırmaktansa gecenin bir yarısında, hazır kedi de uyuyorken (Kedimle ilgilenin bu arada, adını falan sorun, rengini sorun, cinsiyetini falan sorun - şaka) kitabı bitireyim dedim. Hiç zor olmadı; zaten hikayenin ilginçliği ve yazarın eski Türkçe'yi sıklıkla kullanmasına rağmen akıcılığından bir şey kaybetmeden kendisini okutan bir roman O Adam Babamdı.

Roman, babasının ölümü ardından, babası ve hayatı ile yüzleşmeye ancak hazır hale geldiğini düşünen anlatıcının babasını defnetmesi ardından başlıyor. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde yatan babasıyla yaptığı bir kaç tane olmasına rağmen uzun sürelere yayılan görüşmelerin, babasının ağzından aktarımı romanın büyük bir kısmını oluşturuyor.

Kendi babasıyla kapatamadığı bir hesabın ardından, ilginç bir kişiliğe dönüşmesinin haricinde, çocukluğundan itibaren bariz bir sorunun etkisinde olan anlatıcı Haydar Bey'in hikayesini dinlemeye başlıyoruz. Dokuz parmak daktilo yazabilen, tertipli, düzenli, naif bir karakter olan Haydar Bey, sebebini anlayamadığı bir şey sonucunda, bir anda işini nasıl kaybettiğini anlatıyor. Evine, biricik Sacide'sine sığınan, ona yakınan, ağlayan Haydar Bey, Sacide'nin tepkisiz, bir miyav bile demeyen haline rağmen yine teselliyi dünyanın düzenini sağladığı evinde ve kedisinde nasıl bulduğunu anlatıyor. Ancak, sakin hallerine rağmen Haydar Bey'in bu olay ve sonrasında anlattıkları, hem dinleyicinin hem de okuyucunun suratına uzun aralıklarla atılan sert tokatlar gibi çarpıyor. Bir seri katil olan Haydar Bey'i, ilk cinayetinden itibaren izlemeye böyle başlıyoruz. Ne katil olduğundan, ne zarar verdiğinden haberi varmış gibi davranan, örnek insan profili çizmesine rağmen çizgi dışına çıktığında  da tam çıkan Haydar Bey için normalin içindeki normlar bazen başka bir evrenin gerçekliğine dönüşüyor. Sonunda, hem Haydar Bey, hem de romanın ilk başta Haydar Bey'in konuşmasını sağlayan anlatıcı, "O Adam Babamdı" diyor. Yani, sorun, babalar üzerinden ilerliyor. Babanın keşfi, babayı tanıma, babayı anlama ve sonunda, kendisine ulaşma. 

Sigmund Freud'un vaka olarak ele almaktan mutluluk duyacağı, bu mutluluğu korkuyla beraber yaşarken adeta ilginçliğinden kendisini kaybedebileceği bir portre çiziyor Haydar Bey.

Elbette, doğal olarak, ben ruh bilimci değilim. Ancak, bence, ısrarlı diyorum bence, travma sonrası kişilik bozukluğundan muzdarip, zamanında düzeltilebilecekken fark edilmediğinden kontrolden çıkmış bir sorunun pençesinde bir karakter Haydar Bey. Takıntılı davranışlarıyla, ne bileyim, hikaye içinde en basitinden evi havalandırma ve pencereyi aralama olarak okura yansıtılan kısa olaylar üzerine yaptığı yorumlar bile bunu pekiştiriyor. Haydar Bey'in dışa yansıttığı ve normal görülebilecek tüm hali ve tavrını fazla fazla vurgulaması belki de benliğini korumak için kendisini kaybeden egonun imdat çağrıları. Bir de bastırılan tüm dürtülerin saniyeden kısa zamanlarda olan bitenin gidişatını norma dışına çıkaracağı "katletme" anlarına en azından ben başka bir anlam veremiyorum. Yaşanan, insanlara yaşattığı ve yaşadığı onlarca olayın ardından olan biteni "normale uydurma çabası" ise karmaşık yapısı içinde, bir suçlu ve bir hastanın neler hissedebileceği ve tüm "ölümlere" şahit olma ve "ölümleri yaratma" sonrasında benliğini nasıl bastırıp, normal hayatına dönebilmesine dair okura ilginç bir deneyim de sunuyor bence. Son olarak, baba sorununu andığımıza göre başka okurların da aklına en başta gelebilecek Oidipus kompleksini akla getiren, ancak anneye karşı koruyucu ve hatta kırılgan olan tavrı altında, babayla olan sorunlar yüzünden yine Oidipus kompleksi tanımına ulaşmayı engelleyen davranış "eksiklikleri" var bence. Psikiyatri ile ilgilenenlerin de merak duygusunu uyandıracağını düşünüyorum ek olarak. Umarım okurlar, akademik olarak bu tip alanlarda uğraşan insanlar da bu kitabı yorumlarlar ve benim yetersiz "psikiyatrik analiz" çabamdan daha fazlasını okuma şansımız olur.

Hiçbir akademik bilgim olmamasına rağmen yazıya bu psikiyatrik yorumlarımı eklemesem olmazdı. Hoş görün. 

26 Şubat 2015 Perşembe

Thomas Asbridge "Haçlı Seferleri"

Say Yayınları'nın tarih dizisinden çıkan Haçlı Seferleri, Londra Queen Mary Üniversitesi'nde Ortaçağ Tarihi bölümünde kıdemli okutmanlık yapan tarihçi - yazar Thomas Asbridge'in yazdığı bir kitap. Daha önce de BBC için Haçlı Seferleri'ni konu alan bir belgeselde de imzası bulunan Asbridge, uzman olduğu konuda geniş çaplı bir kaynak hazırlamış.

Dokuz yüzyıl öncesinde Avrupa'daki Hıristiyanların, Haçlı Seferleri'ne çıkmasının sebebini açıklayarak kitaba başlayan yazar, İslam dünyası ve Hıristiyan dünyası arasında dönem içinde yer alan gerilime de değiniyor. Bu gerilim sonucunda geniş bir coğrafyayı kapsayan savaşlar, gerginlikler, krizler arasında tarih boyunca ilerlerken tarafsızlık ilkesinden de ödün vermiyor. Ki bunu yazar kendisi de metnin içinde belirtiyor.

Her iki tarafında da gözünden olaya bakmaya çalışan ve gerek Müslüman dünyası, gerekse Hıristiyan dünyasına dair açıklamalarla tarihe kazınan bu büyük seferlerin arka planına dair öncesinde konuya dair bilgisi olsun ya da olmasın, okuru gelecek olan tarihi gerçeklere karşı bilgilendiriyor.

"Kutsak Topraklar"a doğru yola çıkan Haçlılar'ın farklı zamanlarda gerçekleşen yolculuğu, amaca odaklanmış on binlerce insanı bir araya getiren ve bir arada tutmayı başaran güdüleyici etkenler, dünya ve öte dünya kavramlarının bireysel (ve sonrasında haliyle toplumsal) etkileri metnin içinde bir yandan da okura tarihten daha fazlasını düşündürtebilecek şekilde - en azından bence. Yani öyle; maddiyat ve maneviyat üzerine kısaca da olsa bir sorgulama yaşayacağınızı düşünüyorum okuduğunuzda. Ya da bunu sizler de benim gibi, hayatınızda ilk kez bu seferler üzerine, ya da bu tip seferler üzerine düşündüğünüzde aklınıza gelmiş olan o sorgulamayı anımsayacaksınızdır. Okurken, sıkla siz de tarihin kaydedildiği o anlardaymışçasına olacağınız için, her iki tarafın gözüyle ve şu andaki benliğinizle duruma farklı yorumlar getirebilirsiniz de.

Yakındoğu, Ortadoğu ve Avrupa için günümüze dek etkileri süren bu tarihi olayların arka planını ders kitapları haricinde de görmek isteyenler için verimli bir kaynak. Güç dengelerinin nasıl, neden, kimlerle değiştirildiğini görmek, şu andaki dünya siyaseti hakkında da biraz daha fazla bilgiyi sunuyor okura. Geçmişin gelecek üzerindeki etkisini, şimdiki zamanımızı yönlendiren tarihi tanımak açısından okunmasında fayda var.

Bir de eklemeden geçemeyeceğim, kitapta yer alan haritalar, çizimler - kısaca görseller oldukça ilgimi çekti. 

25 Şubat 2015 Çarşamba

Mark Bould - China Mieville "Kızıl Dünyalar"

Uzun zamandır sırf okumaya kıyamadığım için okumadığım bir kitaptı "Kızıl Dünyalar". Kitaptan, China Mieville sayesinde haberdar oldum. Böyle yazınca da sanki China (artık ona China Mieville dememe gerek olmayan bir arkadaşlık seviyesindeymişiz gibi) tarafından bana önerilmiş ya da "China ne yazsa bana okutur önce" gibi oldu. Ama öyle değil. Zaten öyle de olmadı. Keşke olsa. Ama blog'u takipte kalın, önümüzdeki aylarda China Mieville sevenler için küçük de olsa bir sürpriz haberi paylaşabilirim sizinle.

Elbette "Kızıl Dünyalar" sadece China Mieville'dan ibaret değil; kendisi kitaptaki makalelerden birinin yazarı. En son makalenin yazanı; kitabın kapanışını yapıyor. Kitapta, farklı akademik eğitimlere, hatta açık söylemek gerekirse benim çoğunlukla hayran kaldığım akademik kariyerlere sahip on üç farklı ismin makaleleri mevcut.

"Marksizm ve Bilimkurgu" alt başlığına sahip olan Kızıl Dünyalar'da yer alan makaleler, bilimkurgu ve doğal olarak bu türün yazın ya da sinemaya yansıyan eserlerde Marksizm ile olan ilişkisini irdeliyor.

İlk makalelerde ağırlıklı olarak karşımıza ütopyalar çıkıyor. Ütopyanın ortaya çıkmasını sağlayan koşullar sorgulanıyor. Burada ilginç bir nokta var; ütopyanın kapitalist sistem oluştuğunda var olabileceğine dair bir alıntı da paylaşılıyor. Bazen bir cümle aklınızda sürekli yatan, uykuda olan bir gerçeği yüzünüze çarpar ya, bu da bende aynı etkiyi yaptı. Gerçi şöyle de bir şey var; zaten Marksizm'in varlığı, kapitalizmin varlığına dayanıyor; ikisinin sonu da aynı zamana denk gelecek. Kapitalizm yıkıldığında artık Marksizmin yapabileceği bir şey kalmayacak. Bu yüzdendir ki, mesela Le Guin'in ütopyalarını kaleme aldıran, aslında kapitalizmdir. Çok uzattım, neyse.

Bilimkurgu sinemasının aslında bilimkurgunun temelini oluşturan edebiyata dayandığı vurgusuyla, Marx'ın üretim ilişkilerinin birey hayatına olan etkisi diyerek genelleyebileceğimiz bir çerçevede Blade Runner ve Dark City'nin de aralarında olduğu filmler ele alınıyor.

Kapitalizmin insanı kendisine ve nihayetinde topluma, doğaya yabancılaştırması üzerinden distopik ve/veya post apokaliptik kurguların oluşmasına değiniliyor. İnsan emeğinin, hayvan emeğinin yegane düzen kapitalizm adına sonsuz bir sömürü batağına saplanmış olmasının yansıdığı bilimkurgu romanlarına yer veren bir makalede, insan haricinde tüm bilinçli varlıkların metaya dönüştürülmesini kendisinde hak gören insanoğluna da göndermeler yer alıyor.

Kent sorununun, nüfus sorununun bilimkurguya yansımalarına da yer veren kitap, her ne kadar Marx'ın sınıf sorununa çare bulmak adına proletaryanın güçlenmesine yarayabileceğini düşünse de, endüstrileşme sonucunda kentin şatafatından ve "güç merkezinden" uzak tüm mekanların içinde barındırdığı sorunlara değiniyor.

Siyasetten edebiyata, demektense "üretim biçimlerinin şekillendirdiği, yani hayata dair olan her şeye" bilimkurgunun içeriğine kapsamlı biçimde değinen Kızıl Dünyalar, kaynak bir kitap olmanın ötesine, kaynakçası ya da referans verdiği isimlerle bile geçiyor bence. Kitabı okurken neredeyse belirtilen her makale, alıntı ya da gönderme yapılan her kitap, makale ya da yazar ilgi çekici. Sıklıkla düşünür/eleştirmen Darko Suvin'den, edebiyat eleştirmeni, Marksist siyaset kuramcısı Frederic Jameson, Marksist düşünür Georg Lukacs gibi büyük isimlerden alıntılarla, bu isimlerin fikirlerini destekleyen ya da bu fikirlere karşı çıkan yorumları barındıran kitap tekrar tekrar okunacaklar arasında yer alıyor - benim için.

Bilimkurgunun alt türlerine, bilimkurgunun önemli yazarlarına da kısaca da olsa yer veren Kızıl Dünyalar, nedense ülkemizde bende hala "dışlanıyor" hissini yaratan, benim pek sevdiğim bilimkurgunun Marksizm ile olan ilişkisini, belki çoğu insan için bilimkurguya bakış açılarını bile değiştirebilecek şekilde sunuyor. "Geek işi" denilip kenara atılan bu tarzın üzerine yazan siyaset, tarih, edebiyat, felsefe gibi dallarda önemli akademik yerlerde bulunan bir çok ismin imzasını barındıran bu kitabı, okuyun, okutun derim.

Not: Marksist ütopyalar hakkında Ayhan Yalçınkaya'nın "Eğer'den Meğer'e: Ütopya Karşısında Türk Romanı" adlı bir eserini de okuyorum şu sıralar, yakında onun yazısı da blog'da olacak. Marksizm ve ütopyalar ile ilgilenenler varsa diye yazayım dedim.

21 Şubat 2015 Cumartesi

Marx, Engels, Lenin "Marksizm, Kadın ve Aile"

Bilim ve Sosyalizm Yayınları'nca 2000 yılında birinci baskısı yapılan, Marx, Engels ve Lenin'in kadın ve çocuk emeğinin sömürülmesi başta olmak üzere, kitaba adını veren Marksizm, kadın ve aile konularındaki yazılarından oluşan derleme bir kitap Marksizm, Kadın ve Aile.

Kapitalist sanayi içinde kadın emeğinin nasıl ucuzlaştığı, insanlık dışı şartlar altında çalışmaya mecbur bırakılması, kitabın ilk bölümünde ele alınıyor.  Burjuvanın yarattığı modern işçi sınıfının maruz kaldığı sömürüye, örnek vakalar ve gerçek verilerle yaklaşan kitapta, neredeyse ayakta durmayı öğrendikten sonra sanayinin kölesi haline getirilmeye muhtaç bırakılan çocuk ve kadın işçilerin durumu gözler önüne seriliyor. İşçinin, sanayide makineleşme sonucunda sadece makinenin bir parçası haline gelişinin sonunda oluşan felaketlere değiniliyor. Ağır işin makine tarafından yapıldığı fabrikalarda, fiziksel güç gerektirmeyen işler için ucuz iş gücüne yönelmesini -doğal olarak- buna bağlıyorlar. Emeğe verilen değerin, emeğinin değerinin gittikçe düşmesinin, fiziksel gücün seviyesiyle ölçen bu düzende, işçiye ancak hayatta kalabileceği kadar bir para verildiği vurgulanıyor. Bu yüzden, makinenin insanın yerini alması ve kapitalist sanayinin açgözlülüğü içinde çocuk ve kadın emeği, karın tokluğunun da altında bir fiyatla sömürüldüğü okura sunuluyor.

Aile içindeki gelir dengesinin değişmesi ile evlilik kurumunun, ailenin değiştirdiği boyutu incelerken, evliliğin ekonomik temelli gerçekleştirildiği müddetçe doğuracağı zararlar uzun uzun anlatılıyor. Ekonomik ihtiyaçlar doğrultusunda yapılan evliliklerin tüm süslemelerine rağmen en nihayetinde ailedeki en ufak bir ekonomik sarsıntı sonucunda sonlanabileceğini ifade eden metinde, aynı zamanda kadın ve erkeğin boşanma hakkı - şansı üzerine de fikirler yer alıyor. Sevgi temelli olmayan ilişkilerin kapitalizm dayatması çıkarımını yapabileceğimiz kitapta, mülkiyet ilişkilerinin toplumu sürekli bizlere de söylendiği üzere "temel yapı taşı olan aile" ile nasıl pekiştirildiği ve sonunda neye ve nasıl hizmet eder hale getirildiği anlatılıyor.

Dönemin İngiltere'sindeki sanayinin toplumu nasıl bir çıkmaza sürüklediği ve sözde iş fırsatı ve daha iyi bir yaşam vaadi taşıyan sanayinin, iş fırsatlarının toplumu nasıl fakirlikten ölecek bir hale getirdiğini değiniliyor. Zengin daha da zenginleşirken, üzerinden asla güneş batmayacak olan ülke olarak tanımlanan "Büyük Britanya"da insanların nasıl açlıktan öldüğü, fabrikada çalışırken bayılan sekiz yaşındaki çocukların on beş saatlik mesailer sonunda yataksız yorgansız, mobilyasız ve yiyecek hiçbir şeyleri olmayan evlerine dönüp nasıl yoksulluğun batağında uykuya dalmaya mecbur bırakıldıklarını gösteriyor kitap.

Bir yandan üretim sürecine kadını dahil etmeyi, yönetimin ve aslında kısaca toplumun her kademesinde kadına yer vermeyi amaçlayan Marksizmin, kadın emeğinin sömürüsüne olan karşı duruşu kitapta sıkça belirtiliyor. Her bir alıntının sonunda, hangisinin hangi eserinden alındığı da ayrıca yer alıyor. Bu yüzden okurken, detaylı okumaya yönelme açısından güzel bir kaynak sunuyor bu notlar.

17 Şubat 2015 Salı

Taşdan Yılmaz "Aborijinler"

Aborijinler'i bir dönem popüler bir konu haline getiren "Bir Çift Yürek" adlı, Marlo Morgan'ın Aborijinler arasında yaşadığı dönemdeki gözlemlerini konu alan bir kitap vardı; hatırlayan vardır. Uzun zaman oldu, baya bir küçüktüm.

Onun haricinde Aborijinler hakkında internette bazen denk geldiğim bilgiler haricinde pek bir şey bilmiyordum. Genel kanıyı bende, girişte bahsettiğim kitap oluşturmuştu. Bir de elbette yayılmacı politikaları ile gittikleri her yerde, yerin asıl sahiplerine ve coğrafyaya her yönüyle zarar veren zihniyetin, Aborijiniler'in hayatını nasıl etkilediğini biliyordum diyebilirim.

Avustralya'ya göçen Taşdan Yılmaz'ın kaleminden çıkan "Aborijinler - Düş Zamanı İnsanları", Avustralya hakkında genel bilgilerin bir özetiyle başlıyor ve Aborijin halkı hakkında bir çok konuda bilgi içeriyor.

 Avustralya'nın yerli halkının "beyaz adamın" işgali ardından yaşadığı kültürel değişimin ya da şokun, uzun vadede bu halk üzerinde yarattığı yıkım gözler önüne seriliyor. Kitabın başında da belirtildiği üzere Aborijinler, çoğu Avustralyalı da başta olmak üzere insanlar tarafından büyük bir önyargı ile yaklaşılan bir halk olarak görülüyormuş. Özellikle ülkedeki işsiz nüfus içinde, işsizliğin getirdiği sorunlarla beraber daha da kötü koşullarda yaşayan, şehre göç etmiş olan Aborijinler'in toplum içinde maruz kaldıkları duruma kitapta değiniyor yazar.

Avcı toplayıcı bir toplum olan, hükümetleri olmayan ancak kabile içinde yaşlı olan bilgelere sahi olan bu halkın kültürüne dahil olan her konu, bir başlık altında kitapta yer alıyor. Toprağa olan bağlılıkları, doğaya olan şükran duyguları ile birleşen Aborijinler için doğanın "ata" anlamı taşıdığını belirtiyor yazar. Doğanın her zaman "yeteri kadar yiyecek ve su" verdiğine inandıklarını da ekliyor; bu yüzden yemek ya da su bulunmayan bir günde doğaya küsmek, kin tutmak gibi alışkanlıklarının olmadığını da özellikle vurguluyor.

Toplumsal hayattaki iş bölümüne, dini inançlarına, sanatlarına, ailelerine, totemlerine, kadın erkek ilişkilerine, yeme içme kültürlerine, hediye alıp vermenin kabilelerdeki önemine değinen yazar ayrıca Aborijinler'de evliliğin sevgi ile alakası olmadığı gibi ilginç bir bilgi de veriyor. Çünkü onlara göre "sevmek" suç. Bu yüzden bazen kabilelerde birbirini seven iki insanın kaçtığı olurmuş ancak bunun sonu tahmin edebileceğiniz gibi "ceza" olarak karışımıza çıkıyor.

Kadının yine ataerkilliğin kurbanı olduğunu da görmemek mümkün değil. Daha fazla meyve toplasın diye kuma olarak alınan dul kadınların kabile içindeki rolü "iş bölümü" gibi görünse de...

Aborijiniler hakkında derli toplu bir bilgi elimin altında dursun diyorsanız, Taşdan Yılmaz'ın "Aborijinler - Düş Zamanı İnsanları" adlı kitabını edinmenizi tavsiye edebilirim. 

13 Şubat 2015 Cuma

Robert Silverberg "Cam Kule"

"Tanrılar ölümlülerin hallerini her zaman anlayamaz."
                                                 Robert Silverberg, Cam Kule.

SARSILMAZ İNANCIN YIKIMI 

Bilimkurgu eserlerde sıklıkla işlenen konulardan ikisi insan neslinin devamlılığını sağlayacak üremenin tasviri ve yapay zekalardır desek yeridir. Distopik kurguların her birinde farklı bir biçimde ortaya çıkabilen "insan üretme" teknolojileri, geleneksel üremenin yerine gelmesi muhtemel bir fikir olarak sunulsa da okurun ilgisini çeken bir konu olmuştur. Doğumun insan ve insan sayesinde olmasının haricinde, popüler bilimkurgu filmleri ya da romanlarında gösterildiği biçimde "üretim" şeklini almasının izleyici ya da okur kitlesi içinde kimilerine korkunç, kimilerine çekici ama korkunç, kimilerine de mantıklı gelmesi, kimileri için ise toplumun "refahı için" ihtiyaç olarak görülmesi bile mümkün olabiliyor. Bu kurguların içinde öne çıkan noktalar ise bu üreme kontrolünün/üretme sisteminin amaç ve sonuçları arasındaki ilişki oluyor.

Bilimkurgu edebiyatın önemli isimlerinden biri olan Robert Silverberg'ün geçtiğimiz yılın Kasım ayında İthaki Yayınları tarafından birinci baskısı yapılan eseri Cam Kule, yaratıcısı olduğu androidler ve insanlarla androidlerin beraber yaşadığı düzen içinde gizlice Tanrı'ya dönüştürülen Simeon Krug'un hikayesini bizlere anlatıyor. Evrenin derinliklerindeki bilinmeyen bir uygarlıkla iletişim çabaları için göğe yükselen camdan bir kule uğruna tüm servetini harcayan Krug aynı zamanda kulesinin inşasında da yine kendi üretimi, varlıklarının temelini oluşturan teknolojiyi kendisinin yarattığı farklı sınıflardan androidleri kullanıyor. Krug üzerinden insanoğlunun doğaya karşı zafer kazanma arzusunun işlendiği romanda, cam kulenin Babil Kulesi göndermesini görmemek imkansız. İnsanın Tanrı'ya ulaşma çabasının efsanevi simgelerinden biri olan Babil Kulesi'nin yanına, tanrılaştırılan Krug'un Tanrı yerine bilinmeyeni keşfetmeye ve evrene, doğaya meydan okuması geliyor Cam Kule'de okurun karşısına. Babil Kulesi, yarattığı kusursuz düzen içinde Tanrı'ya tapınan bireyi yansıtırken, Krug'un camdan kulesi, hırsıyla evrenin sınırsızlığı içinde bir hakimiyet kurmaya çalışan, doğanın sunduğu "insanın" yerine "android" koyarak yoluna devam eden ve bu azimli yolculuğunda yaratıcı rolünün üzerine yığıldığını göremeyecek denli kendisini kaptırmış bir insanın temsili sunuluyor.

Kitabın ilk sayfalarından itibaren kutsal bir kitabın sayfalarından alıntılar şeklinde okura sunulan ve Krug'un farkında olmadan, kendi yarattığı androidler içinde nasıl tanrılaştırıldığını anlatan bölümler sayesinde Krug'a ve yarattığı dünyaya dair detaylar okuru karşılıyor. "Başlangıçta Krug vardı ve O dedi ki Tanklar olsun ve Tanklar oldu." şeklinde bir cümleyle ilk örneğini gördüğümüz bu kısımlarda, insan rahminden doğanlar ve tanklar içinde "üretilerek" doğanlar arasındaki uçurumun yarattığı sistemin, Krug'u nasıl gördüğünün de anlaşılması henüz kitabın başında mümkün kılınmış.

Androidler arasındaki sınıf farklılıklarına ek olarak rahimden doğanlar ve tanktan doğanlar arasındaki sınıf farklılıkları üzerinden, yöneten ve yönetilen arasındaki ebedi soruna değinen Silverberg, aynı zamanda iktidarın Tanrı olarak görülmesine de vurgu yapıyor. Şöyle ki Krug'u yaratıcı olarak görenlerin aynı zamanda bir insan olan Krug'un, asıl Tanrı'nın (ki o da yine Krug olarak ifade ediliyor) yeryüzündeki temsilcisi olarak da görülmesi üzerinden, bir yandan tapınılan ama bir yandan da kendi toplumlarında içindeki iktidar gücünün temsilcisi, yani ayrıştırıcı ve sömüren olarak toplumun en tepesinde olmasından dolayı ortaya çıkan sorunu irdeliyor. Krug'un yarattığı düzen içinde hem tapınılan olması hem de sınıflar arası  farkların kaldırılması için yıkılması gereken otorite olarak görülmesi çelişkisini ortaya koyuyor. Bir yandan Krug'a gizlice ibadet ederken, aynı ibadethanenin aslında Krug'un yıkılması için çalışan bir topluluğun da mabedi olması bu duruma bir örnek olarak gösterilebilir.

Sarsılan bir inancın ardından toplumda yaşanan değişimin yıkıma varan yönleriyle işlenmesi, Tanrısı tarafından terk edildiğini düşünen her varlığın verdiği uç tepkiler fakat yarattığı yıkım ardından beklenebilir dışavurumlar olarak kitabın içinde okurun karşısına çıkıyor.

Sınırsız bir hakimiyet ve gücün temellendirdiği, kule metaforu kullanılarak pekiştirilen bir yükseliş öyküsünün, görülmeyen kısmında yer alan adalet ve eşitlik mücadelesi içinde gittikçe nasıl bir batağa saplandığını öyküsü Cam Kule. Robert Silverberg'ün kendisine has karanlığının sindiği bu hikaye, bilimkurgu okurlarınca atlanmaması gereken eserlerden biri.

İyi okumalar dilerim.

Ray Celestin "New Orleans Cinayetleri"

CAZIN BAŞKENTİDEKİ AZAP

Caz ve blues denildiğinde çoğu insanın aklına ilk gelen şehir büyük ihtimalle New Orleans'tır; bu yüzden de şehir, "Cazın Başkenti" olarak anılır. Farklı etnik kökenlerin etkisiyle şekillenen efsanevi kültürel yapısı içinde New Orleans, ülke içinden gelen ya da farklı ülkelerden gelen insanlar için bir cazibe merkezi olmaya uzun yıllardan beri sürdürmektedir. 

Şehrin efsanevi kültürel yapısı ve festivalleri, müzik dolu sokakları her ne kadar uzaktan bakınca tablo gibi gelse de, şehrin yakın dönemi de kapsayan zamanları dahil olmak üzere tarihi, bir çok acı veren detayı da içeriyor (gerçi içermeyen yer var mı dünyada?). Bir liman şehri olarak kendilerine iş fırsatı sunan coğrafi konumundan az çekmemiş şehir; kasırgalar ve sellerle yıpranmış; farklı kökenlerden gelen insanların bir arada yaşama çabasını gölgeleyen ırkçı hareketlerin karanlığını yaşamış...

New Orleans Cinayetleri de, şehrin yaşadığı kötü bir dönemin Ray Celestin kaleminden çıkma kurgusu olarak okuru bekliyor. Savaş sonrası dengeleri alt üst olmuş New Orleans'ta, mafyanın hüküm sürdüğü bir şehirde, aralıksız yağan yağmurun, peş peşe yakılan sigaraların, fonda caz müzik eşliğinde acımasız bir ırkçılıkla mücadele eden bir toplumun başına felaket olarak çöken "Baltacı" katilin hikayesini anlatıyor. Birbirinden bağımsız halde hareket eden ancak bir yandan da birbirleriyle bir şekilde bir ilgileri, bağları olan farklı karakterlerin Baltacı'yı bulmak için giriştikleri çabayı, her birinin kendi hayatlarında topluma karşı var olabilmek adına verdikleri mücadele ile birlikte ele alıyor. Katilin peşinde ilerleyen hikayede kurbanların acısı bir yana, her bir karakterin ırkçılık karşısında bir şekilde girdikleri savunma ya da dışlanma da satırlara yansıyor.

Baltalı katilin kol gezdiği şehirde, bir plana göre işlendiği belli olan, kurbanların ortak yanlarının olduğu ve bir sistem içinde, neredeyse "imza atılarak" bitirilen cinayetler işlenmektedir. Acımasız, vahşi ve  nefret dolu bu cinayetlerin arkasında yalnız bir deli mi vardır, yoksa iş bir kişiyi aşmış, büyük bir planın bir parçası mıdır? Profesyonelliği ile polisin ilerlemesini zorlaştıran, geride ipucu olarak yalnızca tarot kartları ve vahşetinin kurbanlarını bırakan baltalı katil, sıradaki cinayetlerinden biri için bir mektupla uyarıda bulunur: O gece New Orleans'ta cazın yükselmediği tek bir ev, tek bir sokak olmamalıdır. Cazın fon müziği eşliğinde alarma geçen polis, müziğin ve eğlencenin hakim olduğu gecede katile yaklaşmaya çalışacaktır.

New Orleans Cinayetleri için yalnızca polisiye demek biraz yetersiz kalıyor; içerdiği dram ve dönemi yansıtırken kullandığı detaylar bu tanımın kısıtlayıcılığından kurtulmasını sağlıyor. Savaşın ardından travmalarla şehre dönen onlarca gazinin sorunlarından tutun da yasaklar içinde yaşamaya çalışan, iteklendikleri muhitlerinde kendi egemenliklerini kuran ve kendilerini savunmak adına tehlikeli boyutlara ulaşan önlemler alan farklı etnik gruplar; rüyaların ve özgürlüğün ülkesi olarak geldikleri Amerika'da ancak ve ancak dışlanan insanlar...

Her bir karakterin kendi hayatında öne çıkan sorunlar, romanın dram yönünü güçlendiriyor: Siyahi bir kadınla evli olan ve bu evliliği herkesten gizleyen dedektif Michael Talbot, Talbot'un mafya ile olan ilişkisinin ispatlanması için kurulan planda yıllar önce hapse girmesine sebep olduğu, Baltacı cinayetlerini çözmek için mafya tarafından görevlendirilen ve hapisten çıkar çıkmaz bu işe koşan, İtalyan asıllı eski polis dedektifi Luca D'Andrea ve dedektiflik bürosunda çalışan, ancak kendi ırkını gizleyerek bir işe giren Sherlock Holmes hayranı Ida. Farklı karakterlerin araştırmalarına farklı bölümlerde yer vererek ilerleyen romanda, her bir karakterin New Orleans'ın bir yüzünü anlatması gibi bir durum da karşımıza çıkıyor. Her birinin farklı etnik kökenlere sahip karakterler olarak hikaye içinde yer alması da dikkate değen ve New Orleans Cinayetleri içindeki tarihsel gerçekliği, şehrin yapısının yansıtılması için özellikle öne çıkarılan bir nokta olarak değerlendirilebiliyor.

Abartıya kaçmadan, koşturmayı ve cinayetleri dallanıp budaklandırmadan ve okuyucuyu rahatsız etmeden anlatan, okuyucuyu kendisine bağlamak için hiçbir ucuz yolu kullanmayan bir roman New Orleans Cinayetleri.

12 Şubat 2015 Perşembe

Erich Fromm "Psikanaliz ve Din"

Gerçekten bir kaç yayınevi var, bir gün onlarla ilgili de bir yazı yazarım sanırım, resmen lisans eğitimi alabilir, hatta lisans üstü bir eğitime doğru yönelebilirsiniz sırf yayınladıkları kitapları takip ederek bile. Bu size abartı bir ifade gibi gelmesin, cidden lisansta okuduğunu kitapları toplayıp bir kenara koyun, şöyle bir bakın. Ama yalnız okulda, okumanız gerektiği için okuduklarınız ve ders kitaplarınızı diyorum. Ek, keyfi okumalar dahil değil. Umarım anlatabilmişimdir. Ne diyordum; girişte belirttiğim  yayınevlerinden biri olduğunu düşündüğüm Say Yayınları'ndan yine güzel bir kitap, yine tavsiye edebileceğim bir kitap var karşınızda. Yazıya geçeyim.

Say Yayınları'nın Psikoloji Dizi'nden son basımı 2012'de yapılan Psikanaliz ve Din, Erich Fromm'un Sigmund Freud ve Carl Gustav Jung'ın düşüncelerinden yola çıkarak önce dini, ardından da psikanalizi yorumladığı bir eseri. Birbiriyle yolları bir gibi görünse de aslında keskin çizgilerle birbirlerin ayrışan düşünceleri olan psikiyatrinin bu iki isminin, psikiyatride üzerlerine yapışan ve kitapta Fromm'un çürüttüğü iddialar da yer alıyor.

İnsan doğasının doğa karşısındaki acizliğinin bir sonucu olarak dinin ortaya çıktığını söyleyen Freud, dinin kökeninde "yanılsama" dediği kavramın olduğunu belirtiyor. Şöyle ki, kişinin hayatında karşılaştığı ve kendisinde korku duygusu uyandıran durum ve kişilerin üstesinden "babasına güvenerek", "babasına sığınarak" gelebilmektedir. Bu da ilerleyen zamanlarda "baba" figürüyle aynı işlevi gören "din" olgusunu benimsemesine yol açmaktadır. Ancak bunu tanımlarken, yani babayı konumlandırma biçimine bakarak çocuğu aynı zamanda "nevrozlu" olarak yorumlamaktadır. Yani bu ihtiyaç, bu otorite ihtiyacı ve sığınma ihtiyacı, yücelttiği figür, çocuğun bir nevroz içinde olmasına yol açan sebeplerden ve nevrozun sonuçlarından biridir. Freud böyle diyor yani.

(Ya nasıl bir durumdaysak şurada okuduğumu anladığımı yazmaya, alıntı yapmaya falan çekiniyorum. Biz nasıl bu hale geldik ayrıca?)

Tanrı kavramı üzerinden ahlakı da sorgulayan Freud, din ile paralel giden bir ahlak anlayışının, ahlaki değerleri yıkıma uğratacağı kanısındadır.

Bireyin dünya üzerindeki varoluşuna anlam verebilmesi için kendisini kurtarması gereken zincirler olduğunu vurgulayan Freud'un bireyin sınırlamaları aşarak kendisini var edebileceği düşüncesini aktarıyor Fromm.

Analitik psikiyatrinin kurucusu Jung'un fikirleri doğrultusunda da konuya yaklaşan Fromm, Jung'un düşünce üzerine "var olduğu sürece psikanalitik açıdan doğrudur" önermesiyle girişi yapıyor. Jung'un din tanımını, dinin neden var olduğu ve dinsel deneyimin sorgulanması ardından okura sunan Fromm, Jung'un dini boyun eğmeyle bir tutan bir şekilde yaptığı tanımı paylaşıyor.

Dini, bireyin benliği dışında bir güce teslim olması şeklinde yorumlayan Jung'a göre bilinçaltı da dinsel bir boyutta karşımıza çıkabilmektedir. Bireyin bilinçaltı ve bilinciyle arasına çekilen sert çizgilerin eleştirisini de getiren Jung, bilincin sınırları aşarak benliğe sızan bilinçaltını aynı zamanda tüm insanlığın ortak diline, rüyaların diline de açılan kapı olarak görmektedir. (Yazarın daha önce, yine Say Yayınları'ndan çıkan "Rüyalar, Masallar ve Mitler" adlı kitabına da bakmanızı tavsiye ederim, sembol dilinin insanlığın ortak dili olması üzerine güzel bir kitap).
Çağdaş batı toplumlarının içinde olduğu durumun, tanrılaştırılmış bir çok şeyi de içinde barındırdığını belirten Fromm, günümüzde paraya, güce, fiziksel güzelliğe, zekaya olan düşkünlüğün de bir nevi tapınma eylemi olduğunu vurguluyor.

Aynı zamanda takıntıların bir çeşit dini ayin olduğunu vurgulayan Fromm, bu davranışların bireyin "dünyayı düzene oturtma ve cezalandırılmadan kaçınma" yolunda attıkları bir nevi tapınma ayinleri, yalvarma seansları olarak görüyor. Nevrozlu olarak tanımlanan, hasta olarak tanımlanan ve her daim dini bir inanç barındırıyor olması gerekmeyen bu bireylerin sürekli olarak bir "otoriteye" olan ihtiyaçlarının sonucu olarak görülebilir sanırım bu "ayinler."

Farklı dinsel yaklaşımların çözümlemesini yapan ve bireyin inancı karşısında girdiği ruh halinin analizini yapan yazar, insanın gerçek düşüşünün kendisinden vazgeçmesiyle, kendisinden yüce bir güce koşulsuz itaat etmesiyle başladığını belirtiyor. Bunun sonunda da varlığına, benliğine düşman kesilmiş bir bireye dönüşmüş olduğunu ifade ediyor.

Psikanalizin dine karşı bir tehdit olduğu iddialarını son bölümde ele alan Fromm, bilinen Tanrı kavramını ve Tanrı'nın ne olduğu ya da ne olmadığı üzerine fikirlerine yer vererek kitaba son veriyor.

8 Şubat 2015 Pazar

Wytske Versteeg "Boy"

Kuzey Avrupa'nın karanlığı ve soğukluğu, ekvatora yaklaştıkça daha da artan o "dışa vurma" halleri bir başka. Sayfalara sinen soğuğu derecelerle değil de aktarılan duyguyla ölçüyoruz; sıfırın üzerine pek ender olarak çıkıyor. Duyguları keskin sınırlara gömülü gibi, bizim gibi aşırı mimikten erken yaşta yüzde kırışıklıkları çıkmıyormuş gibi.

Gibi de gibi. Kuzeyin müziğine de edebiyatına da bayılıyorum. Yok, sadece black metaline değil, size donmuş bir gölü ya da çığın düşüşünü izlerken huzuru hissettirebilecek klasik müzik bestecilerine de. Ketil Björnstad gibi yazar - müzisyenleri aracılığıyla bize ulaşan o benzersiz, kendilerine has hallerine de.

Boy, Wytske Versteeg'in ülkesinde çok ses getirdiği kitap kapağına da yansıtılan romanı. Kesinlikle bir dram.

Evlat edindikleri evlatlarının ölümü ardından, intihar olduğu sonucuna varılan bir ölümün gizemini çözmeye, çocuğuna ulaşmaya çalışan bir annenin hikayesi. Aile içinde,  vefatın ardından oluşan uçurumların yanı sıra Boy'un annesi olan ve hikayenin anlatıcısı olan karakter üzerinden bir ailenin, bir annenin, bir çocuğun, bir toplumun, bir öğretmenin, bir babanın hikayesine tanık oluyoruz.

Çocuğunun hayatının son gününde neler yaşadığını bulmak için, on dört yaşında bir çocuğu intihara götürenin ne olduğunu anlamak için çocuğunun hayatının bilmediği detaylarını araştırmaya başlayan karakterin yolu, Bulgaristan'a kadar uzanıyor. Gerçeği keşfetme yolculuğu ise elbette baştan sona geçmişe geri dönüşler, sorgulamalar, pişmanlıklar, şimdiki zamanda ise acı, yas ve merakla doluyor. Yitirdiği çocuğuna ilk kez bakarmış gibi, onu yeniden tanımaya başlıyor. Meğer tanıdığı, tanımadığı bir çocuğuymuş kaybettiği... Aydınlatmaya çalıştığı o olayın çözümüne giden her adımda, aynı zamanda kendisinden de bir şeyler çözülüp, ortaya dökülüyor. Uzak, mesafeli duran karakterin de kendi geçmişiyle okuru buluşturması, annenin ve oğlunun dramını ayrı ayrı yansıtıyor; tek bir kederle sunuyor.

Kesinlikle suratınızda mimik bile oluşmadan, safi bir soğuk kederin içinde olacağınızı düşünüyorum okurken. Anlatıcının, yani evladını kaybeden annenin aynı zamanda bir dönem psikiyatr olarak çalışmasının da önemli bir detay. Dinleyen, onaylayan, geçiştiren, içten içe çözüm sunmadığını iddia eden, hastalarından birini kaybeden, uzaktan bakan.... Parçası olmayan. Karakterin kitap boyunca devam eden kapalı kutu olma haline de uyuyor bu; kendisi hayata aşırı mesafeli. Kaybın ardından kocasıyla arasındaki mesafenin derinleşmesi, hastalarına karşı olan, itiraf ettiği o soğuk ve ilgisiz tavrı, çocuğuyla olan ilişkisinde yer yer bahsettiği iletişim güçlükleri. Buna rağmen boşvermişlik halinden ziyade, elbette bir ölümün gizemini araştıran karakter acı içinde. Soğuk ve kapalı halinin ardından elini yumruk yapıp, hıçkırıklarını, ağlamasını bastırmak için ağzına götüren bir kadın var karşımızda.

Boy, bir çocuğun kendini bulma, kendisi olma çabasını, kapana kısılmışlığını ve üzerinden atamadığı vicdan azabının ardından sonu gelen hayatının; ardında bıraktıkları üzerine düşen kederinin ve gizeminin hikayesi. Kapalı ve kasvetli bir hava gibi, ancak okura sürükleyici bir hikaye sunuyor.  

6 Şubat 2015 Cuma

William Hope Hodgson "Sınırdaki Ev"

Bu yazıyı yazmak için, Nox Arcana'in "Transylvania" albümünü açtım. Sizlere de naçizane tavsiyem, Sınırdaki Ev'i okumadıysanız ve okumaya karar verirseniz, bu albüm eşliğinde okumanız. Pişman olacağınızı sanmıyorum. Hatta bence yazıyı okurken de açın, elbette yazıdan kitaptan alacağınız keyfi alacaksınız diye bir iddiam yok. Mütevazi ve Nox Arcana severim sadece. Ve kitabı beğendim. Her şey bu yüzden...

Konuya döneyim.

Dün aldığım, eve gelir gelmez okumaya başladığım ve bugün de bitirdiğim "Sınırdaki Ev",  kitap kapağında korku üzerine yazılan eserler anılırken ismi dahil edilmeden konu asla kapanmayacak olan yazar H. P. Lovecraft'in "Başyapıt" yorumunun hakkını fazlasıyla veren bir roman. Yazar William Hope Hodgson'ın (Adaşmışız... Kendime pay çıkarmak istedim sadece. Çünkü; kitabı beğendim. Her şey bu yüzden...) farklı türleri içinde barındıran ve bu türleri sırıtmadan birbirine bağlayabilen romanının, yazıldığı dönem de göz önüne alınırsa dilimize kazandırılmış olmasının önemini daha iyi anlayabiliriz sanırım.

1877 yılında İrlanda'daki Kraighten Köyü'ne yaptıkları iki haftalık seyahat süresince, bir harabede buldukları el yazmalarının okura sunumunu yapan Tonnison ve Berreggnog tarafından iletilen metinde, ıssız ve kasvetli bir evde yaşayan bir adamın kaleminden yaşadığı sıradışı olaylar, "Sınırdaki Ev"in hikayesi.

Köpeği Biber ve kardeşi Mary ile beraber tam da gotik diyebileceğimiz bir tarzda bize anlattığı bir evde yaşayan kahraman, evinin içinde başlayan ve sıklıkla evinin dışındaki fundalıklarda ve hikaye içinde "çukur" olarak tabir edilen bir yerde de yaşadığı deneyimleri kaleme alıyor. Tek başına keşfetmeye çalıştığı gizemler, evinin sakladığı sırlar, yaklaştıkça ve anlamaya çalıştıkça kendisini daha da ürküten, gerçek dışı görünen şeylerle ilerleyen hikayesinde okuru bir an bile sıkmıyor, sürekli bir hareket ve "şimdi ne olacak" hissi ile dolu karanlık, bilinmezliğin sunduğu korku eşliğinde akıp gidiyor sayfalar. Merak duygusunun peşinde, tüm ürkütücülüğüne ve tekinsiz gizemine rağmen keşfetme arzusunu bastıramadığı olayların ve mekanların peşinde ilerleyen anlatıcı ile beraber siz de aynı merak duygusunun hızıyla, hızla okuyorsunuz. 

Zaman ve mekanın ani değişimleri, sonsuzluğun da sonuna gidermiş gibi ilerleyen olaylar.... Özellikle de zamanın gerçekliğinin ve akışının tam bir bilim kurgu anlatısı içinde işlendiği bölümler var. Üzerine bir de zamanda yolculuğu eklediğinizi düşünün çünkü hikaye içinde gelecek gibi görünen, sonrasında şimdiki zamana dönülen ancak sanki bir yandan da "yaşam sonrası" ve "zamansız bir evreye" geçiş gibi görünen kısımlar var.

En son İthaki Yayınları'ndan çıkan Darwinya için üç farklı yazar ve tür çağrışımı yapıyor, hatta üç farklı türü birleştiriyor demiştim. Fakat Darwinya'daki bu durumu açıkçası pek ısınamamıştım, yazıyı bulup okuyabilirsiniz detaylı yazdım derdimi. Öyle daha net olur en azından. Fakat "Sınırdaki Ev" için, bu tarz birlikteliğini baya beğendim. Bilim kurgu - gotik arası gidip gelen bir tarzı var. Özellikle evren ve zaman üzerine olan kısımlarda bilim kurguyu, evin gizemli yapısı içinde ya da çevrede veya çukurdaki keşiflerde de klasik anlamda gotik/korku/gerilim tarzının baskın olduğunu söylemek yanlış olmaz. Üzerine bir de kitabın "garip kurgu" tanımını kendisine yükleyecek şekilde bir de fantastik yönü var ki ben bunu az önce saydığım tarzların yanında daha zayıf olarak hissettim. Hikayedeki yaratıkların baskın olduğu bölümlerde evet, ancak genelde nedense bilim kurgu-gotik ön planda bence. Ya çok da türleri ayrıştırmayayım şimdi, değerini böyle biçiyormuş gibi görünmeyim.

Yazarın kitabın ilk sayfasında yer alan biyografisinde blog'u takip edenlerin belki farkına vardığı, belki varmadığı, hayranı olduğum China Mieville'ın ilham aldığı yazarlardan biri olarak belirtiliyor Hodgson. "Garip kurgu", Mieville ilişkisi.

Hafta sonu vereceğim "roman" molasını bir cuma günü vermiş oldum ancak iyi ki de okumuşum; okuyun, okutun, "Sınırdaki Ev"le siz de gerilin.