10 Eylül 2016 Cumartesi

Ian Fraser "Hegel ve Marx İhtiyaç Kavramı"

Öncelikle, kitap kapağının kendisinde de görebileceğiniz üzere özel isim olan "Marx" kitabın kapağında "Marks" olarak geçiyor yani bu benim frontal korteksimin işlevini sekteye uğratacak denli üzen ve geren bir durum bunu neden yapıyorsunuz, özel isim o.... Neden... Ufka dalarak tekrar soruyorum... NEDEN =/ Adamın adı Karl Marks mı... Kırılıyorum yapmayın bunu lütfen.... Bu yüzden de yazının başlığında ben "Marx" olarak yazdım.

Fraser ilk olarak ihtiyaçlar ve istekler, amaçlar konularını ele alıyor. (Kısa süre önce yazdığım, burada da bulabileceğiniz Scarlett Thomas "PoPco" kitabı hakkındaki yazımda da kısaca değinmiştim ihtiyaçlar ve istekler konusuna). Burada ihtiyacın nesnel, isteğin ise öznel olduğu öne çıkan nokta. Bu iddiadan hareketle varılabilecek nokta ise ihtiyaç konusunda doğru ya da yanlış diye bir ayrım yapılamayacağı, zira öznel olan bu şey hakkında nesnel bir doğrulama ya da yanlışlamanın mümkün olmayacağı yönünde. Zira bireyin hislerine ya da inançlarına (burada inancı herhangi bir konudaki bir inanç olarak düşünmek gerekiyor) bağlı olan istek, ihtiyaçların evrensel boyutundan uzaktır. Öte yandan, ihtiyacın evrensel boyutuna dair makro görüşlerce ortaya konulan bir bakış açısı olarak kültürler ve ihtiyaçlar arasındaki ilişki, kültür emperyalizmi bağlamında da değerlendirilebilmektedir. Kültürün egemen ideoloji tarafından biçimlendirilebildiğini düşünülürse, ihtiyacın evrensel boyutunda da bu ideolojik dayatmaların, sinsice yerleşerek ihtiyaçları değiştirebilme ya da oluşturabilme gücü olduğu çıkarımı yapılabilir. Bir diğer görüşte, makro bakış açısının aksine daha mikro yaklaşımlarda ise ihtiyaçların kültür içindeki inanç sistemi altında oluştuğu mevcut. 

Hegel ve Marx'ta diyalektik ve biçim konusunda Fraser, Hegel'in yöntemini ve Kant'tan farklılaşan yönleriyle irdelemeye başlıyor.  Hegel'de Kant'ı aşan noktaya, yani spekülatif felsefenin "şeylerin esas doğasını olumlunun olumsuz içindeki ve dışındaki varlığını idrak edilebileceğini" iddiasına yer vererek, Kant'ın düşüncelerin zorunlu olarak karşıtlarıyla beraber oluştukları iddiasının ötesine geçiyor. Buradan hareketle Hegel'de kavramanın evrensel, tikel ve bireysel olarak üç anı olduğunu belirten yazar, bu anların tamamının tek ve aynı anda gerçekleştiğini de ekliyor. Kavrama konusunda Hegel'de önemli olan nokta olarak kavramanın yalnız fikrin kavranmasına özel olmadığı, felsefenin bilgisine ulaşmak için de mümkün olan tek yol olduğu; çünkü kavramlar Hegel'de soyut biçimde ya da boş olan şeylere değildir; bu kavramlar somut bir karakter taşımaktadır. Bu yüzen de kavramlar Hegel'de yaşamın ilkesi olarak görülmektedir.

Fraser, Hegel'deki İrade kavramının evrensel ve tikel olmak üzere sahip olduğu iki anına değiniyor. Belirsizlik halindeki İrade'in evrensel ve soyut bir halde olduğunu, somut bir hal almasının ise tikel hale gelmesi ile gerçekleştiğini vurguluyor. Aklın "dünyayı olduğu gibi görme"sinden farklı olarak İrade'nin dünyayı değiştirmek harekete geçen bir yönü olması da aynı zaman da, Marx'taki praksis kavramına ve felsefenin amacına oldukça benzer. Öznelden nesnele ilerleyen ve sonunda soyutlaşarak evrensel boyuta ulaşan bir süreç gibi. Bu hareket hali, Hegel'in diyalektik anlayışında İrade'nin hareketliliği olarak belirtiliyor. Yani kavramın hareketlilik ilkesi. Burada İrade'deki itici güç, tikel ve evrensel olan kendi içlerindeki karşıtlığının aklın bir yansıması haline gelebilmesidir. 

Marx'ın yönteminde ise genel bir soyutlama, somut toplumsal koşullardan yola çıkan fenomenler arasında ortak bir noktaya odaklanma imkanı vermektedir. Burada Marx'ın somut toplumsal koşulu, Grundrisse'de de değindiği üzerine üretim. Marx, toplumda sömürenler ve sömürülenler arasındaki çatışmayı merkezi noktaya koymaktadır. Bu yüzden Marx'ın biçimleri, kapitalist ve çalışan arasındaki ilişkinin "biçimi" üzerinden gelişmektedir. Toplumsal içeriğinden yoksun biçimde gelişen bu içerikler zamanla ve doğal olarak, koptukları toplumsal gerçeklikten uzaklaşarak yapay ve şeyler arası bir ilişki haline dönüşmektedir. Marx'ta Hegel'de olduğu gibi oluşan bu biçimler gerçeğin önündeki bir perde gibidir; gerçek olana erişmek için bu biçimleri kullanmak mümkün değildir. Bu biçimler, kapitalist üretim biçiminin egemen olduğu toplumsal düzen içerisinde "sınıf çatışmalarının aracıları veya varoluş biçimleridir". Bu görünümler yani biçimler üzerinden anlaşılabilecek olan maddi ilişkiler ve şeyler arasındaki ilişkilerdir. Öte yandan Marx'ta bu ilişkileri "gerçek gerçeklik" olarak görülmemesi, bu biçimlere bir değersizlik ya da işlevsizlik atfetmemektedir; buradan Marx'ta fenomenlerin varoluş biçimleri arasındaki ilişkinin kavranmasıyla, fenomenlerin incelenmesinde her birini ayrı ayrı ele almak yerine içerdikleri karşıtlıklarla beraber, bir arada almak yoluna gidilebileceği çıkarımını yapmak mümkündür. Yazarın bu konuya verdiği örneği aktarmakta fayda var; Marx'ta fenomenler arasındaki içsel ilişkiyi anlayarak emek - sermaye arasındaki ilişki anlaşılabilir. Marx'taki biçimlerin analizi, toplumsal ilişkilerin anlaşılmasında kullanılabilmektedir; Simmel'in Para Felsefesi'nde vurguladığı gibi.

Fraser, Hegel ve Marx'ın biçimleri analiz etme yöntemi örtüşük halde olduğuna değiniyor. İki ismin araştırma yöntemlerinde ayrıştıkları noktanın kullandıkları kavramlar olduğuna dikkat çekiyor: Marx'ta sunum yöntemi soyuttur; araştırmanın başlangıcı ise somut olana yani biçime dayanır. Hegel'de ise bu durum, İrade ile ortaya çıkan, somut bir biçimle yani görünüm ile başlar. 

İhtiyaç ve isteğin farklı şeyler olduğunu söyleyen günümüz ihtiyaç kuramcılarının aksine Hegel'de ihtiyaç ve istek arasında böyle kesin bir çizgi yer almamaktadır. Hegel, isteklerin ihtiyaçların bir ikamesi olduğunu öne sürmektedir. İhtiyacı bir istekle ilişkili tutan Hegel, bu ilişkiyi ihtiyacın isteğin bir tezahürü olduğu şeklinde yansıtmaktadır. Ek olarak Hegel, ihtiyaçların sayısının ve çeşidinin artmasıyla bireylerin ihtiyaçlarına olan bağımlılıklarının azalacağını belirtmektedir. Yani bir ihtiyaç evrensel boyutundan tikele doğru geldikçe zamanla bir fikir halini alacaktır ve belki yine daha sonra evrensel bir boyuta dönüşecektir. Bunu, tüketim toplumunun gelişen ve gelişte çığrından çıkan ürünlerinde ve tüketicilerin ürünler ile aralarında olan ilişkide görmek mümkün. Tüketim ürününün ömrü ya da kullanım amacı ne olursa olsun tüketicinin ürüne olan bakışı değişmektedir. Zira ürünün tatmin edeceği ihtiyaç ve ürünün tüketici için olan anlamı değişmektedir. 

Fraser'ın da işaret ettiği üzere, Hegel'de etik yaşamın ilk seviyesinde ihtiyacın gelişimi, üç evreden oluşmaktadır; üç evrenin ilkinde ihtiyacın giderilmesi bireyi doğrudan hazza ulaştırır. İkinci aşamada ise ihtiyaç ve haz arasındaki sürece, çalışma dahil olur. İnsanlar ihtiyaçlarını gidermeden önce çalışırlar. Üçüncü aşamada ise ihtiyaç giderme yine ertelenir ve insanlar bir ihtiyacı giderecek olan bir alet yapmak için çalışırlar. Daha sonra bu ihtiyacın tatmini ile haza ulaşırlar. Ancak etik yaşamın ikinci seviyesinde ise bu değişmektedir. Üretim ilişkilerinin biçim değiştirdiği bu süreç içinde mülkiyet üzerindeki hak sahipliğinin değişmesi, bu farklılaşmanın sebebidir. Artık birey sadece kendisi için, kendi ihtiyacını tatmin için çalışmak zorunda olduğu bir dünyada değildir; birey, iş bölümünün ortaya çıktığı bu yeni düzende diğerlerinin ihtiyaçlarının karşılanması için de çalışmaktadır. Böylece ihtiyacın dördüncü aşaması da şekillenmektedir; ihtiyaç - emek - artık - para - haz şeklinde ilerleyen bir süreç oluşmaktadır. Üretim ilişkilerinin değişmesi ise bu sıralamada bir değişikliğe daha yol açar; ihtiyaç - çalışma/makine - artık - para - haz şekline gelir bu sıralama. Hegel'in bu noktada getirdiği eleştiri Marx'ınkiyle oldukça benzer biçimde; Hegel'e göre makinenin dahil olmasıyla üretim sürecine katılan insanın yaşayan bir ölüye benzer bir hal almaktadır. Burada Marx'ın yabancılaşmasını görmemek mümkün değil diye düşünmekteyim. Hegel, iş bölümünün insan emeği üzerinde yaratacağı tahribatın öngörüsüyle, insan emeğinin gittikçe mekanikleşmesi ve sonunda insanın ortalıktan çekilip yerini makinelere bırakacağını söylemektedir.  Tıpkı Marx'ın kapitalist düzendeki insanın sürekli olarak insanlığını yitirme halinde olduğunu söylemesi gibi.

Kapitalist düzen içerisinde Marx'ın ihtiyaçlara olan bakışında ise teorisindeki ikiliğin bir yansıması olarak sömüren ve sömürülen üzerindeki ilişki biçiminin etkisini görmek mümkündür. Marx, kapitalizmde işçinin ihtiyaçlarının sermayenin ihtiyaçlarına indirgendiğini öne sürerek, işçi için yabancılaşmış bir ihtiyaç oluştuğunu belirtmektedir. Bu yabancılaşmış ihtiyaçların ortadan kalkacağı düzen olarak ise ortak üreticiler topluluğunun var olduğu bir topluma işaret etmektedir. 

Fraser, Marx'ın yönteminde doğal ihtiyaçların bir soyutlama olduğuna vurgu yapmakta; Marx'ta doğal ihtiyaçların tüm toplumlarda, evrensel olarak yer almaktadır ve her bireyin bu ihtiyaçları giderme zorunluluğu mevcuttur. Yeme,içme, barınma gibi ihtiyaçları doğal ihtiyaçlar kapsamında değerlendiren Marx için bu ihtiyaçların giderilmesi, tarihin temel koşuludur. Ancak Fraser'ın işaret ettiği üzere Marx'taki doğal ihtiyaçlar kavramına ek olarak karşımıza "toplumsal olarak yaratılmış ihtiyaçlar"ı karşılamak üzere zorunlu ihtiyaçlar kavramı çıkmaktadır. Bunlar, üretimdeki değişmelerden etkilenen ve onlara bağlı biçimlenen ihtiyaçlardır. Kapitalist düzen dahilinde ihtiyaçlar boyut değiştirebilmektedir ve bu yüzden lüks tüketim, "gerekli görüldüğü için" zorunlu bir ihtiyaç haline dönüşebilmektedir. Marx'taki doğal ihtiyaçlar yaşamak için gereken ihtiyaçlardır. Bu ihtiyaçların karşılanması için kapitalist düzen içerisinde işçi, emek gücünü satar. Zorunlu ihtiyaçlar ise, emek gücünün değeri tarafından belirlenmektedir. Emek gücünün değeri yüksek olduğunda, zorunlu ihtiyaçlarda bir artış görülür. Doğal ihtiyaçlar, emek gücünün satılmasıyla ve zorunlu ihtiyaçlar biçiminde giderilmektedir. Lüks ihtiyaç ve zorunlu ihtiyaç arasındaki farkın Marx tarafından fiyat farkına dayandırılmadığına değinen Fraser, lüks ihtiyacı, bir işçinin zorunlu bulmadığı ihtiyaç olarak belirtmekte. Maaşı gittikçe artan bir çalışanın evinin dekorasyonundan tutun da kullandığı telefona kadar ihtiyacı olduğu için edindiği ve o ihtiyacı tatmin eden ürünlerin zamanla geçirmesi muhtemel evreleri düşünün; bir örnek olarak. Televizyondaki bir diziyi ya da haberleri izlemek için edindiği tüplü televizyon yerini gittikçe plazma TV'ye bırakabilecektir. Maaşına paralel olarak değişen ihtiyaçları onu rahat bırakmayacaktır: Haberleri sunan aynı kişiyi, yeniledikleri koltuk takımının doldurduğu odanın bir duvarının neredeyse yarısını kaplayan bir ekrandan izlemesi ihtiyacı oluşacaktır.Yabancılaşmış emeğin, ücretli emeğin tutsağı olmuş bireylerin ücretlerindeki artışı "olumlu" bulmsı durumu devam ettikçe bu tip absürt örnekleri yaşamaya ve görmeye devam edeceğimiz çok açık sanırım. 

Yazarın çok güzel özetlediği üzere Marx'ta ihtiyaçların bu değişen biçimini şu şekilde özetlemek mümkün: İşçinin emeğini satarak edindiği ücret, emek gücünün değerinden fazla olduğunda işçinin artan zorunlu ihtiyaçları artar ve bunun sonucunda lüks ihtiyaçlar ortaya çıkabilir. Tam tersi durumda ise zorunlu ihtiyaçlar azalarak, doğal ihtiyaçlardan ibaret bir hale inebilir. Yani Marx'ta, doğal ihtiyaçlar zorunlu ihtiyaçlara, zorunlu ihtiyaçlar da lüks ihtiyaçlara dönüşebilmektedir. İhtiyaçların yaşadığı bu değişim, üretime bağlıdır. Üretim sürecinde meydana gelen gelişmeler ile bu dönüşümler yaşanmaktadır. Gerçek toplumsal ihtiyaçların üzerini örtmesi muhtemel bu süreç içerisinde burjuva politik ekonomi ise toplumun gerçek ihtiyaçlarına karşı körleştiği için, kurgu ihtiyaçların, isteklerin, gerçek ihtiyaçların önüne geçmesi neredeyse umursanmaz.  

Kapitalizm içerisinde özgürlüğü sadece tüketim ürünlerini daha fazla satın almakta bulabilen insanların, tutsağı olduğu üretimin tüketicisi rolünün hakkını vermek için hep daha fazla kazanmayı amaçlayarak işine sarılan ücretli emekçilerin var olduğu, başka bir çıkış yolu yokmuşçasına maaşına zamdan başka beklentisi olmayan emekçilerin var olduğu bir dünyada ihtiyaçların giderilmesi kadar ihtiyaçların yaratılması da başlı başına bir sorun. Sürecin sonu için dönmeye başlayan bir çark gibi, harcaması için kazanmaya itilen insanlar. Kahvesini kağıt bardaktan içme ihtiyacı hissetmek için daha çok çalışan insanlar. Artık hayatında yağsız sütlü bi kahveyi çalışma masasına koyma ihtiyacı hissetmeye başlayan insanlar. Yaz tatiline rezervasyon yaptırma ihtiyacı olan insanlar. Telefon kullanma ihtiyacı olan insanlar. İnternet paketi ihtiyacı duyan insanlar. 

Yazayım dedim. Nasıl ihtiyaçları doğal sanıyoruz, yazınca komik geliyor. 

Hiç yorum yok: