19 Eylül 2016 Pazartesi

Ernesto Laclau "Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme"

Toplam yedi farklı makaleden oluşan Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme,  Laclau'nun 90'lı yıllardaki makalelerini içeriyor.

Evrensel ve tikel arasındaki gerilimi, kendine özgü tikellik iddialarının ortaya konulabilmesi için tikelin ötesinde olana, yani evrensel olana muhtaç oluşunu belirten Laclau, özellikle kültürel çoğulculuk ve farklılıkların öne çıktığı ya da çıkarılmak için sürekli dürtüklendiği günümüz dünyasında, kültürel farklılıklara has taleplerin kendi iç çelişkilerine işaret ediyor. Evrensel gerçekten kopuk bir tikel talebin, etki yaratabildiği alan genişledikçe daha evrensel olan gerekçelere ihtiyaç duyacağını ortaya koyması, buna bir gösterge. Laclau'nun ilk bölümde vurguladığı ve bence çok dikkat çekici olan bir nokta var ki, farklı gruplar üzerinden ilerleyen bazı taleplerin işlevsizliğini yansıtan güzel bir cümle; Laclau, miras kalan kültürel otantiklikten çıkış yapan ve bunun üzerinden ilerleyen bir zafer ihtimali olmadığını söylüyor.

Farklı kimlikleri antagonistik sınırlar ile kurmayı, farklılaştıran noktaları yıkan şey olarak gösteren Laclau, sistem içerisindeki farklı kimliklerin oluşumunun aslında sistemin varlığına bağlı olduğunu da işaret ediyor. Farklılıkların sınırları olmadığında, fark üzerinden ilerleyen ve bu noktada bahsettiği tikel taleplerin de aslında olamayacağı, çünkü sınır yoksa tanımlanacak kimliğin farklılaştırıcı noktalarının da olamayacağını söylüyor. Tikelin evrenseli dışlama noktasında içine düştüğü çelişki. Farklılıkların var olmasının sisteme, tikelin var olmasının evrensele muhtaç olması çelişkisi.

Buradakine benzer bir çelişkiye ilerleyen bölümlerde de değiniyor yazar. Örneğin özgürleşimin baskıya olan ihtiyacı. Bahsettiği, baskının olmadığı yerde özgürleşim olamayacağı ve tam bir özgürleşim için mutlaka bir "öteki"nin olması gerektiği. Bu noktada Laclau, ikiliğin kurucu ya da kurucu olmayan rolünü de sorguluyor. Karşı karşıya gelen iki noktanın bir diğerinin kurucusu olması da, bahsettiği durumun göstergesi. Zira Laclau, ikiliğin nesnel bir zorunluluğa dayandığı koşullarda  bu gerilimin aslında kurucu oluğunu ortaya koyuyor.

Birbirinin varlığına ve birbirini dışlamaya ihtiyaç duyma durumu. Bir yanda mümkün olanı bir yanda da imkansız olanı yaratanın bu olduğunu söylüyor Laclau. 

Günümüzde kimi durumlarda coşkuyla karşılanan yeni toplumsal hareketlerin, çoğulculuğun - farklılıkların ifadesinin bir yansıması olarak görülmesi bir yana, bu hareketlerin yarattığı ve barındırdığı potansiyel işlevsiz kimlik oluşturma çabaları bir yana diye düşünüyorum. YTH'nin ifadesi için uygun bir alan olmadığında ya da bu alanın sınırları, tikelin evrenselden kopuk, idrak kabiliyetinden yoksun kalmış taleplerince sarmalandığında ortaya çıkacak olan manzara her daim iç açıcı gelmiyor bana. En azından bana. 

Ulus devletlerin günümüzdeki durumu, yakın dönem dünya tarihinde farklı kimlik inşaları üzerinden biçimlenen hareketlerin vardığı nokta, farklılıkların ifadesinin ihtiyacının ve sebebinin sorgulanması gerekliliğine işaret ediyor bence. Dediğim gibi, işlevsiz ifadelerin ve kimliklerin, çoğulculuğun zenginliğini bir yana atıp birçok farklı gruba bölündüğünde ortaya çıkan tablonun pek mükemmel olduğu söylenemez. İnsanların birden çok kimliğe bölündüğü, tek bir karşı duruş için en insanı durumlarda dahi fikir birliği sağlanamadığı durumları düşünün. Evrenselle arasındaki ilişkinin idrakını barındırmayan tikel taleplerin, bu yüzden, örneğin antiemperyalist bir tavra en çok ihtiyaç duyan ülkelerde tamamen yıkıcı bir etki yaratacağını, antiemperyalizmde birleşemeyecek birçok kimliğin ve grubun işlevsiz ve kopuk muhalefetinden başka pek de bir işe yaramayacağını düşünüyorum. 

17 Eylül 2016 Cumartesi

Gillian Flynn "Sharp Objects"

Twitter'da (@KarelerSayfalar) birkaç kere hakkında yazdım; bu kitap elimde çok süründü diye. Hatta artık bırakmayı bile düşünüyordum ama bırakamadım çünkü sonunu merak ediyordum. Bu kadar kolay akla gelebilecek ve norma bir sebebi vardı kitabı bitirmemin. Daha yaratıcı ya da ilgi çekici bir sebep yok. Mesela; ".... ama bırakamadım çünkü gezegenimizin kurtuluşunu bu kitabı okuyup bitirmeme bağlayan bir anlaşma yaptım" ya da ".... ama bırakamadım çünkü kafama dayanan silahın tetiğinin çekilmesinden korktum" yazamıyorum. Bildiğiniz, düz merak işte.

İlk kez Gone Girl adlı romanını okumuştum yazarın. Bir buçuk ya da iki yıl önce. Gone Girl hakkındaki yazım da blog'da mevcut, bu yazının altında da olan etiketlerden yazar adına tıklarsanız karşınıza çıkacektır =) 

Gone Girl'ü beğenmiştim ancak kurguda büyük bir hata keşfetmiştim ve hiçbir yere yazmadığım için o hatayı unutmuştum. Hatayı hala hatırlayamadım bu yüzden... tekrar okumam gerek.... çünkü inat oldu. Bildiğiniz, düz inat işte.

Sharp Object ise Gone Girl'ün ardından, bir türlü odaklanıp bitiremediğim, kitaba başladığım ve kitabı bitirdiğim gün arasında dört kitabı bitirdiğim için, yani sündüğü için aynı etkiyi yaratmadı bende maalesef. Ancak bu roman, yani Sharp Objects yazarın yayınlanan ilk romanıymış, 2006 tarihli. Zamanla kurgusundaki tempo yükselmiş de olabilir. 

Sharp Objects, Chicago'da gazetecilik yapmakta olan otuz yaşındaki Camille'in, doğup büyüdüğü Wind Gap'te öldürülen küçük kızlarla ilgili haber yapmak üzere, uzun zamandır gitmediği Wind Gap'e gitmesi ile başlıyor. Bir yandan yerel polisin katili aradığı hikayede Camille de ayrı bir yol izleyerek bir yandan eskiden tanınıp bilindiği bu yerdeki insanlarla konuşarak hem şehrin bir portresini çiziyor, hem yapacağı haber için daha geniş bir çerçeve yaratıyor. Elbette bu, Camille'in de cinayetin üzerindeki perdeyi aralayacak bir şeyler düşünmesini, bazen de işe yarar bir şey bulmasını sağlıyor. 

Şatafatlı hayatlara ev sahipliği yapan Wind Gap'teki katili ararken Camille'in aktardığı manzara, onlu yaşlarının başındaki çocukların dünyası çok sert aktarılıyor. Kurgulanan karakterler içinde, neredeyse en acımasız portreyi bu küçük çocuklar çiziyor. Psikolojik şiddet, zorbalık, şımarıklık, uyuşturucu, entrikalar... Zenginlerin yaşamlarını anlatan diziler gözümün önüne geldi. Tam olarak sıkıntının ne olduğunun çözülemediği ve sürekli entrika çevirmekten herkesin içinin çürüdüğü kurgular geldi. Ama gözümün önünde canlanan evler, sokaklar, suratlar, tavırlar, hatta karakterlerin konuşmalarında neredeyse kulağıma gelen sesleri. Hepsi de, evlerindeki havuzda cilt kanserine meydan okurcasına güneşlenen, üretim sürecinden kopuk tipleri getirdi aklıma. Hafta sonu da golf oynamaya gidip kanunsuz - uygunsuz işlerinin sinsice dedikodusunu yapacak tipler falan. Şu an bu paragraf neden bu kadar uzadı fark ettim, kesiyorum. Zenginlere dair fikirlerim blog'a sızıyor....du az daha.

Bir yandan "katil kim?" sorusu, öte yandan anlatıcı olan Camille'in kendi hikayesi. Camille'in kendi hikayesi de ayrı bir roman olabilirmiş. Çok ipucu vermemek adına yine kendimi kısıtlayarak yazıyorum ancak kaybettiği kardeşinin ardından yaşadığı travmayı asla atlatamayan, anne sevgisinden uzak, kurgu bir "anneliğe" maruz kalarak yaşamış bir çocuk olarak Camille, self - harm'a çok uç bir örnek olarak hikayede yer alıyor. Vücuduna kazıdığı kelimelerin fark edilmemesi için sürekli uzun kollu şeyler, uzun etekler ya da pantolon giyen bir kadın. 

Sharp Objects çok çok sürükleyici bir roman değil benim için. Ancak, örneğin belli bir durumu yansıtması için kurgulanan bir olayda bazen sertlik seviyesi yükseliyor. Ya da Camille karakterindeki self - harm'ın vardığı nokta gibi, karakterlere yüklediği bazı özellikler sınırlarda geziyor. 

Romandaki diğer karakterleri, onların hikayelerini de siz okursunuz. Polisiye olunca pek bir şey yazamıyorum belki fark etmişsinizdir. 

10 Eylül 2016 Cumartesi

Ian Fraser "Hegel ve Marx İhtiyaç Kavramı"

Öncelikle, kitap kapağının kendisinde de görebileceğiniz üzere özel isim olan "Marx" kitabın kapağında "Marks" olarak geçiyor yani bu benim frontal korteksimin işlevini sekteye uğratacak denli üzen ve geren bir durum bunu neden yapıyorsunuz, özel isim o.... Neden... Ufka dalarak tekrar soruyorum... NEDEN =/ Adamın adı Karl Marks mı... Kırılıyorum yapmayın bunu lütfen.... Bu yüzden de yazının başlığında ben "Marx" olarak yazdım.

Fraser ilk olarak ihtiyaçlar ve istekler, amaçlar konularını ele alıyor. (Kısa süre önce yazdığım, burada da bulabileceğiniz Scarlett Thomas "PoPco" kitabı hakkındaki yazımda da kısaca değinmiştim ihtiyaçlar ve istekler konusuna). Burada ihtiyacın nesnel, isteğin ise öznel olduğu öne çıkan nokta. Bu iddiadan hareketle varılabilecek nokta ise ihtiyaç konusunda doğru ya da yanlış diye bir ayrım yapılamayacağı, zira öznel olan bu şey hakkında nesnel bir doğrulama ya da yanlışlamanın mümkün olmayacağı yönünde. Zira bireyin hislerine ya da inançlarına (burada inancı herhangi bir konudaki bir inanç olarak düşünmek gerekiyor) bağlı olan istek, ihtiyaçların evrensel boyutundan uzaktır. Öte yandan, ihtiyacın evrensel boyutuna dair makro görüşlerce ortaya konulan bir bakış açısı olarak kültürler ve ihtiyaçlar arasındaki ilişki, kültür emperyalizmi bağlamında da değerlendirilebilmektedir. Kültürün egemen ideoloji tarafından biçimlendirilebildiğini düşünülürse, ihtiyacın evrensel boyutunda da bu ideolojik dayatmaların, sinsice yerleşerek ihtiyaçları değiştirebilme ya da oluşturabilme gücü olduğu çıkarımı yapılabilir. Bir diğer görüşte, makro bakış açısının aksine daha mikro yaklaşımlarda ise ihtiyaçların kültür içindeki inanç sistemi altında oluştuğu mevcut. 

Hegel ve Marx'ta diyalektik ve biçim konusunda Fraser, Hegel'in yöntemini ve Kant'tan farklılaşan yönleriyle irdelemeye başlıyor.  Hegel'de Kant'ı aşan noktaya, yani spekülatif felsefenin "şeylerin esas doğasını olumlunun olumsuz içindeki ve dışındaki varlığını idrak edilebileceğini" iddiasına yer vererek, Kant'ın düşüncelerin zorunlu olarak karşıtlarıyla beraber oluştukları iddiasının ötesine geçiyor. Buradan hareketle Hegel'de kavramanın evrensel, tikel ve bireysel olarak üç anı olduğunu belirten yazar, bu anların tamamının tek ve aynı anda gerçekleştiğini de ekliyor. Kavrama konusunda Hegel'de önemli olan nokta olarak kavramanın yalnız fikrin kavranmasına özel olmadığı, felsefenin bilgisine ulaşmak için de mümkün olan tek yol olduğu; çünkü kavramlar Hegel'de soyut biçimde ya da boş olan şeylere değildir; bu kavramlar somut bir karakter taşımaktadır. Bu yüzen de kavramlar Hegel'de yaşamın ilkesi olarak görülmektedir.

Fraser, Hegel'deki İrade kavramının evrensel ve tikel olmak üzere sahip olduğu iki anına değiniyor. Belirsizlik halindeki İrade'in evrensel ve soyut bir halde olduğunu, somut bir hal almasının ise tikel hale gelmesi ile gerçekleştiğini vurguluyor. Aklın "dünyayı olduğu gibi görme"sinden farklı olarak İrade'nin dünyayı değiştirmek harekete geçen bir yönü olması da aynı zaman da, Marx'taki praksis kavramına ve felsefenin amacına oldukça benzer. Öznelden nesnele ilerleyen ve sonunda soyutlaşarak evrensel boyuta ulaşan bir süreç gibi. Bu hareket hali, Hegel'in diyalektik anlayışında İrade'nin hareketliliği olarak belirtiliyor. Yani kavramın hareketlilik ilkesi. Burada İrade'deki itici güç, tikel ve evrensel olan kendi içlerindeki karşıtlığının aklın bir yansıması haline gelebilmesidir. 

Marx'ın yönteminde ise genel bir soyutlama, somut toplumsal koşullardan yola çıkan fenomenler arasında ortak bir noktaya odaklanma imkanı vermektedir. Burada Marx'ın somut toplumsal koşulu, Grundrisse'de de değindiği üzerine üretim. Marx, toplumda sömürenler ve sömürülenler arasındaki çatışmayı merkezi noktaya koymaktadır. Bu yüzden Marx'ın biçimleri, kapitalist ve çalışan arasındaki ilişkinin "biçimi" üzerinden gelişmektedir. Toplumsal içeriğinden yoksun biçimde gelişen bu içerikler zamanla ve doğal olarak, koptukları toplumsal gerçeklikten uzaklaşarak yapay ve şeyler arası bir ilişki haline dönüşmektedir. Marx'ta Hegel'de olduğu gibi oluşan bu biçimler gerçeğin önündeki bir perde gibidir; gerçek olana erişmek için bu biçimleri kullanmak mümkün değildir. Bu biçimler, kapitalist üretim biçiminin egemen olduğu toplumsal düzen içerisinde "sınıf çatışmalarının aracıları veya varoluş biçimleridir". Bu görünümler yani biçimler üzerinden anlaşılabilecek olan maddi ilişkiler ve şeyler arasındaki ilişkilerdir. Öte yandan Marx'ta bu ilişkileri "gerçek gerçeklik" olarak görülmemesi, bu biçimlere bir değersizlik ya da işlevsizlik atfetmemektedir; buradan Marx'ta fenomenlerin varoluş biçimleri arasındaki ilişkinin kavranmasıyla, fenomenlerin incelenmesinde her birini ayrı ayrı ele almak yerine içerdikleri karşıtlıklarla beraber, bir arada almak yoluna gidilebileceği çıkarımını yapmak mümkündür. Yazarın bu konuya verdiği örneği aktarmakta fayda var; Marx'ta fenomenler arasındaki içsel ilişkiyi anlayarak emek - sermaye arasındaki ilişki anlaşılabilir. Marx'taki biçimlerin analizi, toplumsal ilişkilerin anlaşılmasında kullanılabilmektedir; Simmel'in Para Felsefesi'nde vurguladığı gibi.

Fraser, Hegel ve Marx'ın biçimleri analiz etme yöntemi örtüşük halde olduğuna değiniyor. İki ismin araştırma yöntemlerinde ayrıştıkları noktanın kullandıkları kavramlar olduğuna dikkat çekiyor: Marx'ta sunum yöntemi soyuttur; araştırmanın başlangıcı ise somut olana yani biçime dayanır. Hegel'de ise bu durum, İrade ile ortaya çıkan, somut bir biçimle yani görünüm ile başlar. 

İhtiyaç ve isteğin farklı şeyler olduğunu söyleyen günümüz ihtiyaç kuramcılarının aksine Hegel'de ihtiyaç ve istek arasında böyle kesin bir çizgi yer almamaktadır. Hegel, isteklerin ihtiyaçların bir ikamesi olduğunu öne sürmektedir. İhtiyacı bir istekle ilişkili tutan Hegel, bu ilişkiyi ihtiyacın isteğin bir tezahürü olduğu şeklinde yansıtmaktadır. Ek olarak Hegel, ihtiyaçların sayısının ve çeşidinin artmasıyla bireylerin ihtiyaçlarına olan bağımlılıklarının azalacağını belirtmektedir. Yani bir ihtiyaç evrensel boyutundan tikele doğru geldikçe zamanla bir fikir halini alacaktır ve belki yine daha sonra evrensel bir boyuta dönüşecektir. Bunu, tüketim toplumunun gelişen ve gelişte çığrından çıkan ürünlerinde ve tüketicilerin ürünler ile aralarında olan ilişkide görmek mümkün. Tüketim ürününün ömrü ya da kullanım amacı ne olursa olsun tüketicinin ürüne olan bakışı değişmektedir. Zira ürünün tatmin edeceği ihtiyaç ve ürünün tüketici için olan anlamı değişmektedir. 

Fraser'ın da işaret ettiği üzere, Hegel'de etik yaşamın ilk seviyesinde ihtiyacın gelişimi, üç evreden oluşmaktadır; üç evrenin ilkinde ihtiyacın giderilmesi bireyi doğrudan hazza ulaştırır. İkinci aşamada ise ihtiyaç ve haz arasındaki sürece, çalışma dahil olur. İnsanlar ihtiyaçlarını gidermeden önce çalışırlar. Üçüncü aşamada ise ihtiyaç giderme yine ertelenir ve insanlar bir ihtiyacı giderecek olan bir alet yapmak için çalışırlar. Daha sonra bu ihtiyacın tatmini ile haza ulaşırlar. Ancak etik yaşamın ikinci seviyesinde ise bu değişmektedir. Üretim ilişkilerinin biçim değiştirdiği bu süreç içinde mülkiyet üzerindeki hak sahipliğinin değişmesi, bu farklılaşmanın sebebidir. Artık birey sadece kendisi için, kendi ihtiyacını tatmin için çalışmak zorunda olduğu bir dünyada değildir; birey, iş bölümünün ortaya çıktığı bu yeni düzende diğerlerinin ihtiyaçlarının karşılanması için de çalışmaktadır. Böylece ihtiyacın dördüncü aşaması da şekillenmektedir; ihtiyaç - emek - artık - para - haz şeklinde ilerleyen bir süreç oluşmaktadır. Üretim ilişkilerinin değişmesi ise bu sıralamada bir değişikliğe daha yol açar; ihtiyaç - çalışma/makine - artık - para - haz şekline gelir bu sıralama. Hegel'in bu noktada getirdiği eleştiri Marx'ınkiyle oldukça benzer biçimde; Hegel'e göre makinenin dahil olmasıyla üretim sürecine katılan insanın yaşayan bir ölüye benzer bir hal almaktadır. Burada Marx'ın yabancılaşmasını görmemek mümkün değil diye düşünmekteyim. Hegel, iş bölümünün insan emeği üzerinde yaratacağı tahribatın öngörüsüyle, insan emeğinin gittikçe mekanikleşmesi ve sonunda insanın ortalıktan çekilip yerini makinelere bırakacağını söylemektedir.  Tıpkı Marx'ın kapitalist düzendeki insanın sürekli olarak insanlığını yitirme halinde olduğunu söylemesi gibi.

Kapitalist düzen içerisinde Marx'ın ihtiyaçlara olan bakışında ise teorisindeki ikiliğin bir yansıması olarak sömüren ve sömürülen üzerindeki ilişki biçiminin etkisini görmek mümkündür. Marx, kapitalizmde işçinin ihtiyaçlarının sermayenin ihtiyaçlarına indirgendiğini öne sürerek, işçi için yabancılaşmış bir ihtiyaç oluştuğunu belirtmektedir. Bu yabancılaşmış ihtiyaçların ortadan kalkacağı düzen olarak ise ortak üreticiler topluluğunun var olduğu bir topluma işaret etmektedir. 

Fraser, Marx'ın yönteminde doğal ihtiyaçların bir soyutlama olduğuna vurgu yapmakta; Marx'ta doğal ihtiyaçların tüm toplumlarda, evrensel olarak yer almaktadır ve her bireyin bu ihtiyaçları giderme zorunluluğu mevcuttur. Yeme,içme, barınma gibi ihtiyaçları doğal ihtiyaçlar kapsamında değerlendiren Marx için bu ihtiyaçların giderilmesi, tarihin temel koşuludur. Ancak Fraser'ın işaret ettiği üzere Marx'taki doğal ihtiyaçlar kavramına ek olarak karşımıza "toplumsal olarak yaratılmış ihtiyaçlar"ı karşılamak üzere zorunlu ihtiyaçlar kavramı çıkmaktadır. Bunlar, üretimdeki değişmelerden etkilenen ve onlara bağlı biçimlenen ihtiyaçlardır. Kapitalist düzen dahilinde ihtiyaçlar boyut değiştirebilmektedir ve bu yüzden lüks tüketim, "gerekli görüldüğü için" zorunlu bir ihtiyaç haline dönüşebilmektedir. Marx'taki doğal ihtiyaçlar yaşamak için gereken ihtiyaçlardır. Bu ihtiyaçların karşılanması için kapitalist düzen içerisinde işçi, emek gücünü satar. Zorunlu ihtiyaçlar ise, emek gücünün değeri tarafından belirlenmektedir. Emek gücünün değeri yüksek olduğunda, zorunlu ihtiyaçlarda bir artış görülür. Doğal ihtiyaçlar, emek gücünün satılmasıyla ve zorunlu ihtiyaçlar biçiminde giderilmektedir. Lüks ihtiyaç ve zorunlu ihtiyaç arasındaki farkın Marx tarafından fiyat farkına dayandırılmadığına değinen Fraser, lüks ihtiyacı, bir işçinin zorunlu bulmadığı ihtiyaç olarak belirtmekte. Maaşı gittikçe artan bir çalışanın evinin dekorasyonundan tutun da kullandığı telefona kadar ihtiyacı olduğu için edindiği ve o ihtiyacı tatmin eden ürünlerin zamanla geçirmesi muhtemel evreleri düşünün; bir örnek olarak. Televizyondaki bir diziyi ya da haberleri izlemek için edindiği tüplü televizyon yerini gittikçe plazma TV'ye bırakabilecektir. Maaşına paralel olarak değişen ihtiyaçları onu rahat bırakmayacaktır: Haberleri sunan aynı kişiyi, yeniledikleri koltuk takımının doldurduğu odanın bir duvarının neredeyse yarısını kaplayan bir ekrandan izlemesi ihtiyacı oluşacaktır.Yabancılaşmış emeğin, ücretli emeğin tutsağı olmuş bireylerin ücretlerindeki artışı "olumlu" bulmsı durumu devam ettikçe bu tip absürt örnekleri yaşamaya ve görmeye devam edeceğimiz çok açık sanırım. 

Yazarın çok güzel özetlediği üzere Marx'ta ihtiyaçların bu değişen biçimini şu şekilde özetlemek mümkün: İşçinin emeğini satarak edindiği ücret, emek gücünün değerinden fazla olduğunda işçinin artan zorunlu ihtiyaçları artar ve bunun sonucunda lüks ihtiyaçlar ortaya çıkabilir. Tam tersi durumda ise zorunlu ihtiyaçlar azalarak, doğal ihtiyaçlardan ibaret bir hale inebilir. Yani Marx'ta, doğal ihtiyaçlar zorunlu ihtiyaçlara, zorunlu ihtiyaçlar da lüks ihtiyaçlara dönüşebilmektedir. İhtiyaçların yaşadığı bu değişim, üretime bağlıdır. Üretim sürecinde meydana gelen gelişmeler ile bu dönüşümler yaşanmaktadır. Gerçek toplumsal ihtiyaçların üzerini örtmesi muhtemel bu süreç içerisinde burjuva politik ekonomi ise toplumun gerçek ihtiyaçlarına karşı körleştiği için, kurgu ihtiyaçların, isteklerin, gerçek ihtiyaçların önüne geçmesi neredeyse umursanmaz.  

Kapitalizm içerisinde özgürlüğü sadece tüketim ürünlerini daha fazla satın almakta bulabilen insanların, tutsağı olduğu üretimin tüketicisi rolünün hakkını vermek için hep daha fazla kazanmayı amaçlayarak işine sarılan ücretli emekçilerin var olduğu, başka bir çıkış yolu yokmuşçasına maaşına zamdan başka beklentisi olmayan emekçilerin var olduğu bir dünyada ihtiyaçların giderilmesi kadar ihtiyaçların yaratılması da başlı başına bir sorun. Sürecin sonu için dönmeye başlayan bir çark gibi, harcaması için kazanmaya itilen insanlar. Kahvesini kağıt bardaktan içme ihtiyacı hissetmek için daha çok çalışan insanlar. Artık hayatında yağsız sütlü bi kahveyi çalışma masasına koyma ihtiyacı hissetmeye başlayan insanlar. Yaz tatiline rezervasyon yaptırma ihtiyacı olan insanlar. Telefon kullanma ihtiyacı olan insanlar. İnternet paketi ihtiyacı duyan insanlar. 

Yazayım dedim. Nasıl ihtiyaçları doğal sanıyoruz, yazınca komik geliyor. 

8 Eylül 2016 Perşembe

Mary Downing Hahn "Wait Till Helen Comes"

Blog birden çocuk kitaplarına, young adult kitaplarına odaklanmış gibi görünebilir ki bunda da bir sıkıntı yok, merak etmeyin, bundan sonraki yazı Hegel ve Marx'taki ihtiyaç kavramı üzerine Fraser'ın yazdığı bir kitabın yazısı olacak =) Bugün ya da yarın onu da ekleyeceğim. O zamana kadar hayaletler dünyasına kısa bir yolculuk....

Tam adı Mary Downing Hahn "Wait Till Helen Comes: A Ghost Story" olan kitap, 1989 yılında Young Reader's Choice Award'ı kazanmış ancak bazı aileler kitabın içerdiği bazı unsurlardan rahatsız olarak kitabın okul kütüphanelerinde bulundurulmamasını istemiş. Hayaletler, intihar, ölüm, ölüm üzerine düşünceler gibi kitaptaki bazı şeylerin çocuklar için uygun olmadığını belirtmişler. Bu bana baya gereksiz geldi zira aynı dönemde patlama yaşayan filmleri şöyle bi düşününce, Wait Till Helen Comes, dönemin sinemasında gösterilen filmlerin, o dönemde çıkan korku - gerilim kitaplarının yanında pek bir masum kalıyor. Tamam, bu çocuklar ya da genç-yetişkin okurlar için bir kitap ve onların bu içerikle karşılaşması istenmiyor olabilir ama gerrrrçekten çok masum geldi bana. Benim görüşüm bu.

Wail Till Helen Comes, Michael ve anlatıcı karakter olan Molly kardeşlerin annelerinin yeni evliliği ile Heather adlı yeni kardeşleriyle pek anlaşamamakta; üzerine bir de Heather'n çocukken yaşadığı bir travma yüzünden sürekli "alttan alınması gereken" ve "anlayışla karşılanması gereken" bir çocuk oluşu sebebiyle yaptığı her kötülüğün/huysuzluğun/yalanın faturası nedense Michael ve Molly kardeşlere kesilmekte. Böyle bir gerilimli üvey kardeşler arası ilişki düşünün. 

Hikaye ise ailenin Baltimore'dan uzaklaşıp, taşrada bir kiliseye taşınmasıyla hareketleniyor. Kilisi elbette artık kilise olarak kullanılmıyor ancak bu kilisenin arazisi dahilinde, neredeyse yüz yıldır kullanılmayan bir mezarlık var. Küçük çocuklar için daha korkutucu ne olabilir?

Ailenin yeni hayatlarında, burunlarının dibindeki mezarlık sebebiyle başlayan ve parça parça geçmişe dönük birkaç gizemin aydınlanması ve sonunda karakterlerden birine ait bir sırrın çözülmesi üzerinden hikaye ilerliyor.

Wait Till Helen Comes, yapayalnız hisseden küçük bi çocuk olmanın nasıl bir şey olduğunu da kitabın muhtemel hedef kitlesi için ve okuru olan benim için güzel anlatıyor. Hiç sevilmiyor olma ve hiçbir zaman sevilmeyecek olma korkusunun bir çocuk için nasıl bir gerilim kaynağı olabileceğine dertli efkarlı bir örnek bu kitap. Aynı zamanda çocukların nefret ya da sevgisinin nasıl kolayca şekillenebileceğini görebilirsiniz; bazen nefretin sevgiye ya da sevginin nefrete dönmesinin hızı ve kolaylığı ihtiyaç olabilir ya da takdir edilesi bir durum olabilir diye düşünüyorum.

5 Eylül 2016 Pazartesi

Stefan Zwieg "Burning Secret"

Stefan Zweig'in romanlarındaki buhranın, karanlığı, köşeye sıkışma duygusunu, kafa karışıklığını ve bir "idrak anı" sonrasında gelen farklı gözlerle görmeyi Burning Secret'ta da görmek mümkün.

Bir otele tatilini geçirmek üzere giden Baron'un canı etrafta tanıdığı kimseler, tatil boyunca biraz laflayabileceği hiçbir tanıdık olmadığını görmesi üzerine bozulur. Bir arkadaşlık kurmak ve tatiline biraz renk katmak ister. Bu arkadaşlığı, bir flört şeklinde gerçekleştirmeye karar verir; böylece biraz heyecanlı hale gelecektir tatili. 

Annesi ile aynı otelde kalmakta olan on iki yaşındaki Edgar, Baron'un kafasındaki tatiline renk katma planına habersizce dahil olur. Baron, annesine yaklaşmak için çocukla arasında bir arkadaşlık kurmaya ve böylece kullanıldığından bihaber çocuk vasıtasıyla annesine ulaşmaya çalışacaktır. İşte hikaye, buradan sonra başlıyor. Bu plana bilinçsizce dahil edilen bir çocuğun, yetişkinlerin dünyasını çözmeye başlamasıyla, çocukluğundan nefret etmesi, çocukluğundan çıkmasıyla ve bir kriz ile devam ediyor.

Zweig'in romanlarında görmeye pek alışık olabileceğimiz şekilde burada da Edgar, etrafında dönenlerden kopuk, kendi hayatının süregelmiş düzeni içinde, sınırlı bir kavrama yeteneğine sahip. Bunu kötü bir şey olarak söylemiyorum. Daha önce blog'a yazılarını eklediğim Korku ya da Olağanüstü Bir Gece adlı romanlarında da olduğu üzere başkarakter, dünya ile arasında bir duvara sahip. Bahsettiğim bu iki kurguda karakterler burjuva hayatları içinde toplumsal gerçeklikten uzak ya da bu gerçekliği yalnızca dahil oldukları yaşam biçimi çerçevesinde görebilen insanlardı. Bu romanda da, Burning Secret'ta da karakter, on iki yaşında bir çocuk olarak hem bir çocuğun anlama kapasitesine, hem de yine üst gelir grubundan olan bir insanın farkında olabileceği sınırlı gerçeklere sahip. 

Baron'un kendisi ile kurduğu arkadaşlık ardından bir gün içinde çocukluktan bıkması, yetişkinliğe ad atmak için içinde sonsuz ve yakıcı bir heves duyması, ancak Baron'un planını tam anlayamasa da ötesinde gelişen yetişkinlere ait "bir şeyler"de kendisinin anlam veremediği ve kendisini aslında değiştiren ve kıran, kandıran, görmezden gelen şeylerin olduğunu anlamasından sonra da yetişkinlerin yalan dolu dünyasından bir çocuk olarak aslında ürkmesi... Romana adını veren o yakıcı sırın etrafında kendisine karşı örülen bir duvarı her zorlayışında yeni bir kriz ve evrim geçirmesi, en sonunda ise bundan kaçmaya çalışması....

Edgar'ın birkaç güne sığan evrimini, kitap kurdu, biraz sağlık sorunları olan masum ve uysal bir çocuk olmaktan çıkışını çok güzel anlatıyor Zweig. 

Ek olarak, Edgar'ın hayatında ilk kez birinci sınıf vagon hariç bir vagonda yolculuk etmesi ve bu yolculuk sırasında çalışan insanları, işçileri, yani kendi dünyasında görmeye alışık olmadığı, hatta kendi dünyasında varlıklarından haberdar olmadığı emekçileri görmesi, para kazanması gereken insanları görmesi de Zweig'in burjuva eleştirisine küçük bir örnek olarak verilebilir.

İş Bankası Kültür Yayınları'nda da Türkçe basımı mevcut olan Burning Secret, bir çocuğun çocukluğun güvenli sınırları içindeki düzeninden kopuşunun şoku ve yine o sınırlara özlem duyacak hale gelişinin hikayesi. 

3 Eylül 2016 Cumartesi

Tove Jansson "The Moomins And The Great Flood"

"How will we ever find the sunshine if we don't dare to go across?"
( Tove Jansson "The Moomins And The Great Flood")

Günübirlik zorunlu bir yolculuk ardından akşam eve döndüğümde oturduğum yerde uyuyakaldığım bir cuma günü ardından, yani bugün için "ne okusam" diye dolaşıp dururken The Moomins And The Great Flood'ı okumaya karar verdim. Bu kararı vermek için tüm enerjimi harcadım ve pek kısa olan bu hikayeyi biraz da enerji toplamak için okudum. Cidden başka bir şey okuyabilecek kafa kalmamıştı.....

Evet bu büyük önem arz eden "neden bu kitabı okuyorum" bilgilendirmesi ardından hayatımıza ve blog'daki yazıya devam edebiliriz.

The Moomins And The Great Flood, ilk kez 1945 yılında yayınlanmış, Finlandiya'lı Tove Jansson'un ilk olarak İsveççe kaleme aldığı bir kitabı. Bu kitap ardından da hikaye devam etmiş zira kitap The Moomins'in birinci kitabı olarak geçiyor. Diğerlerini henüz edinmedim ve okumadım. O yüzden bu satır burada sonlanıyor.

Hikaye,  Moominmamma ve Moomintroll'ün Moominpappa'yı bulmak için çıktıkları, karanlık bir ormanda başlayan yolculukları ve bu yolculuk sırasında yaşadıkları masalsı olaylar ve tanıştıkları karakterler üzerine. Moominmamma ve diğerleri kim diyecek olursanız; kendisi Moomintroll'ün annesi ve Moominpappa'nın karısı. Yani ailenin kaybolan babasını arıyorlar. 

Okurken aklıma birkaç masal kahramanı da geldi, hoşuma gitti. Kısacık bir kitap. Bir çocuğa bir şeyler anlatmak istiyorsanız ya da bir masalı özlediyseniz buyurun okuyun derim.