10 Şubat 2018 Cumartesi

Jürgen Elsasser “Ulusal Devletin Yıkımı ve Sol Tavır”

Artık hiçbir şeye şaşırmanın mümkün olmadığı günleri uzun zaman önce geride bıraktığımız için, emperyalist Amerika’nın elinden çıkan işgallere açık destek veren sözde solu da gördük. Irak ve Afganistan’a kör gözlerin Marksizm’den, Leninizm’den “ulusların kendi kaderinden” bahsetmesinin emperyalizm savunurken düştüğü bu batağın örnek gösterilebileceği sol olduğunu iddia eden kepazeliğe Jürgen Elsasser “Ulusal Devletin Yıkımı ve Sol Tavır” adlı kitabında değiniyor.
Düşülen batak, antikapitalist olmayı antiemperyalist olmaktan bağımsız bir yere koyup, Marx’ın adının sürekli anılmasına rağmen ne Marx’tan ne de emperyalizmi kapitalizmin son aşaması olarak gören Lenin’den bihaber olmayı işaret ediyor. Solun (sözde solun diyelim) antikapitalist olmayı öncelikli mesele yapıp antiemperyalist olma noktasında taviz verme ve sonunda emperyalist eli öpmeye varacak şekle girmesi, basitçe şu bilgiden bile yoksun olmaktır: Marx, Kapital’de üretimin mübadele değeriyle ve mübadeleyle olan birbirine muhtaçlık ilişkisine değinir. Mübadelenin sürekli olarak gerçekleştirilebileceği ve sürekliliğinin sağlanabileceği yeni pazarlar arayışı sermaye için coğrafi olarak da genişleme ihtiyacını yaratır. Yani, sermayeyi elinde tutan için mekansal bir yayılma kendisi için ihtiyaçtır; bu saldırganlığın sonucunu emperyalist bir işgalden ayırmaya çalışmanın anlamı yok. Sermaye birikiminin işgalden gelen petrolden ya da göçle gelen ucuz işgücünden beslendiğini düşünürken emperyalizmi göremiyor olmak?
Küresel sermayenin kendisini oluşturma ve garantilemesini, yeni ticari birlikteliklerle mevcut çete imajlarını başarılı biçimde nasıl gizliyor konusuna Elsasser değiniyor. Tony Blair’e Dış Politika Başdanışmanlığı yapmış Robert Cooper’ın “Ulus Devletin Çöküşü: 21. Yüzyılda Düzen ve Kaos” adlı kitabından yaptığı alıntıda, Avrupalılar’ın kendi aralarındaki ortaklıklarında yasalarca kendilerini güvenceye aldıklarını ve şeffaf bir politika izlediklerini, öte yandan Avrupa kıtası dışındaki işlerinde saldırı, aldatmaca gibi “kaba” yöntemleri izlediklerine değiniyor. Yeşil ve sol Avrupa’nın bağrına bastığı Ortadoğu’nun başbelaları da akla geliyor; gelişmiş bir Avrupa ülkesinde çıkıp asla söyleyemeyeceğiniz çoğu şeyi Ortadoğu’da söyleyebilmeyi özgürlük, demokrasi, bireysel hak gibi kavramlarla doldurup kullandıkları tipleri mesela. Elsasser’in de değindiği üzere burada asıl mesele, ulusların inşasına destek veriyormuş gibi durulan her yerde aslında ulusların parçalanmasının mevcut olması. Bir kurgunun desteklenmesiyle oluşturulacak ulus kavramının mevcut bir ulusal birliği yok etmesini görmektense büyülenmiş biçimde yeşil ve demokratik uluslar, halklar özgürlükler, adaletler, postmodernizmin yeni yeni fırlattığı daha nice kavram daha büyüleyici geliyordur muhakkak. Ancak büyülenmenin maskelediği yıkım, Elsasser’in ayrıca toplumsal kurumlar bazında verdiği bir örnekle de postmodernizm ve ulus devlete karşı olan sözde solun yarattığı tabloyu anlatmaya devam ediyor. Toplumu en küçük parçalara kadar bölerken yalnız etnik kimlik, mezhep, din gibi parçalama yöntemlerinin haricinde bir de kurumlar üzerinden özellikle kitle iletişim araçları ile desteklenerek, küreselleşmenin bir başarısı olarak ulaşamadığı yer kalmayıncaya kadar bağırıyor. Toplumun en küçük parçasına kadar ayrılmadığı her noktayı “tahakküm” altında görme meselesi gibi, Elsasser de medyanın emperyalizm eliyle birliğin her türlü yerde “faşizm” şüphesi altında bırakıldığına değiniyor. Örnek olarak da aileye bağlılığın ya da dini inancın doğrudan muhafazakarlıkla damgalanacak hale getirilmesini gösteriyor. Maruz kalınan emperyalist işgalin başarıyla sürdürdüğü bir beyin yıkama programı bu Elsasser’a göre.
Aynı sebeptendir ki, ‘68 kuşağının emperyalizmi sevmeyi nasıl öğrendiği sorusunu ortaya atıyor yazar. “Postmodern solcular devlet, işçi sınıfı ve ulus karşıtı olmak istemektedirler” diyor. Yeni Sol’un günümüzdeki anlamına karşılık gelenlere birkaç örnek vermiş; Troçkistler, Ekolojistler, Hippiler, Spontaneciler, Feministler… ‘68 kuşağının ilgi alanının Marksizm, sömürü, insan ve doğa arasındaki ilişki gibi konular olmak yerine bireyci, daha mikro sorunlar olmaya doğru gitmesine ve aslında bunların işlevsizce ele alınmasına değiniyor yazar. Pop-solcular kavramını kullanarak, ekonomi yerine “kültür” devriminden bahseden ve en nihayetinde sonu postmodernizm, “aklın özgürleştirilmesi”, saç jölesi, kıl gibi konulara odaklanılmış bir kesime işaret ediyor. (Marx’ın kıl ve organik sebzeler üzerine yazdığını ya da insan ve doğa arasındaki ilişkiden bahsederken, yabancılaşmadan bahsederken evlilik kurumunu yerden yere vurduğunu – ki evlilik bağına bağlılığa vurgu yapar Marx – ve gender studies’in mevcut durumu için pek de uygun bir çerçeve çizdiğini görmedim hiç.)
Elsasser, bireyciliğin öne çıkartılmasıyla, kuralsızlığın bir marifetmiş gibi sunulmasıyla varılacak noktayı çok güzel özetliyor: “Bu kuralsızlaştırma bireyi daha özgür kılmaz, onu daha korunaksız bir hale sokar. Kurallar olmadan en güçlü olanın, ekonomik gücü elinde tutanın sözü geçerli hale gelir.” Bunu ulus devletin parçalanması noktasında, bireyciliğin tezahürü kimlikler üzerinden ilerleyen süreçle idare edilen işgal politikalarına bakarsak, en nihayetinde yine başta bahsettiğimiz Marx’ın emperyalizme, sermayenin coğrafi olarak genişleme ihtiyacına bağlanıyor konu. Ekonomik gücü elinde tutanın sözünü dinlemek, yani emperyalist bir işgale uğramak kendi vatanınızda tek bayrak altında yaşamaktan daha çok tercih ettiğiniz bir şeyse, (ya da bunu başka insanların vatanları için düşünecek hale geldiyseniz) buyurun içinizdeki postmodern zehri kusup çıkarın, belki hala kurtulma şansınız vardır.
Emperyalizmin, Batı’nın bireyselliği öne çıkaran politikalarını pazarlarken bunu medeniyetin olmazsa olmazı kalıbına sokması, toplumu ayrıştırıcı her politikayı hak ve özgürlükler zemininde sunması ulus devlete karşı girilen mücadelenin postmodernizmin sahaya sürülmesindeki rolünü sürekli hatırlatmaya yarıyor aslında. Tam bağımsız bir ulus devlet savunusu yerine, ya da şöyle diyelim, makro bir duruşun altında barınmak ya da ona eklemlenmek yerine o duruştan ayrışmak hatta ona karşı durarak kendisini tanımlamak zorundaymış gibi davranan yeni söylemleri besleyen yeni solun yeşillikleri, bir işgal zamanında bilmem ne olumlama hareketinin önceliğini savunacak ya da Amerikan bayrağı altında cinsellikten bahsetmeyi özgürlük sanacaktır. Sivil toplumun sunduğu bu koşullarda, emperyalist küresel politikalar için araçsallaştığı bu durumda ulus devleti Batı medeniyeti dışında kalan, çağ-dışı, yobaz, faşist damgası ile damgalayan vatansızlar, küresel sermayenin ağına yapışık kalmayı o ağa dahil olmuş sanmak ve medeniyet olarak görerek, yeni sömürge kimliklerini özgürleşmiş sanarak üzerlerine örteceklerdir.
Günümüzdeki postmodern solun Marx’a, Lenin’e verdiği zarar, uğruna yalan yanlış çarpıtmalarla mahvettikleri teori, emperyalizm kadar tehlikeli aslında.

Hiç yorum yok: